Yirmi yaşındaki Camryn, alışılmışın dıştan bir yaşam biçimi düşlemektedir. Ama başına gelen trajediler bu yaşamı kendisinden zorla çekip alınca, birincil bulduğu otobüse atlayarak varış noktasını bilmediği bir yolculuğa çıkar. Çıktığı bu kendini her yerde keşfetme yolculuğunda, kendisi gibi nereye gideceğini bilmeyen, Andrew Parrish adında biriyle tanışır. Ama Andrew'un da bazı karanlık sırları vardır Andrew yolculukları esnasında Camryn'e kimseye tabi kalmadan, içinden geldiği gibi yaşama, en derin ve dar arzularına teslim olma sanatını öğretir. Fakat Andrew'un ondan gizlediği sır yolun sonunda kendisini beklemektedir. Bu giz ikiliyi bir araya getirebilecek midir, yahut onları ebediyen birbirlerinden ayrılmaya mı mahkûm edecektir?"Hiçliğin Kıyısında mı? 'Muhteşemliğin Kıyısı'na ne dersiniz? Çünkü derhal iyice bu durumdayım."-USA Today-
18 Eylül 2016 Pazar
Hiçliğin Kıyısında
Yirmi yaşındaki Camryn, alışılmışın dıştan bir yaşam biçimi düşlemektedir. Ama başına gelen trajediler bu yaşamı kendisinden zorla çekip alınca, birincil bulduğu otobüse atlayarak varış noktasını bilmediği bir yolculuğa çıkar. Çıktığı bu kendini her yerde keşfetme yolculuğunda, kendisi gibi nereye gideceğini bilmeyen, Andrew Parrish adında biriyle tanışır. Ama Andrew'un da bazı karanlık sırları vardır Andrew yolculukları esnasında Camryn'e kimseye tabi kalmadan, içinden geldiği gibi yaşama, en derin ve dar arzularına teslim olma sanatını öğretir. Fakat Andrew'un ondan gizlediği sır yolun sonunda kendisini beklemektedir. Bu giz ikiliyi bir araya getirebilecek midir, yahut onları ebediyen birbirlerinden ayrılmaya mı mahkûm edecektir?"Hiçliğin Kıyısında mı? 'Muhteşemliğin Kıyısı'na ne dersiniz? Çünkü derhal iyice bu durumdayım."-USA Today-
Aşk Neyin Kısaltması?
Aşk, yalnızlık, baba edinmek, arkadaşlık, hüzün, ayrılık... Çok satan romanıyla tanıdığımız Tuna Kiremitçi, kalemiyle hayatın köşelerine bir bir dokunuyor... Bazen eski bir şarkının peşine düşüyor, ara sıra de yeni öykülere açıyor yüreğini... Işıklı caddeler ıssız patikalarl, sonbahar rüzgarları sıcak sevişmelerle buluşuyor... Genç bir yazarın özel dünyasını merak edenler ve Tuna Kiremitçi'yi daha yakından tanımak isteyenler için...(Arka Kapak'tan)
Hayatın her köşesinde adımlarını duyacaksınız Tuna Kiremitçi'nin. Hayatın her köşesine dair fikirlerini işiteceksiniz, duygularına tanık olacaksınız. Bazen bir çığlık gibi gelecek sesi kulaklarınıza, ara sıra de sevdayı, ayrılığı, hüznü fısıldayacak kendi sesinden bile ürkercesine. Tuna Kiremitçi'yi kahramanlarının ötesinde, kahramanlarının dıştan, Tuna Kiremitçi olarak bulacaksınız karşınızda. Bir baba, bir erkek, bir dost, bir yazar olarak onu bir defa daha tanıyacaksınız. Ara Sıra eski bir şarkının peşine düşeceksiniz onunla birlikte, bazen de onun rehberliğinde yeni öykülere açacaksınız yüreğinizi... Işıklı caddeler ıssız patikalarla, güz rüzgârları sıcak sevişmelerle buluşacak kitabı okurken... Kiremitçi'nin sözcükleri hayattan sayfalar açacak önünüzde, bundan başka bu sayfaları birlikte okuyacaksınız onunla. Hayatta kendini hiçbir şeye hazır hissetmeyen, yeni şeyler söylemenin peşinden dışarı giden, gökyüzüne göze çarpan fişeği gibi cümleler gönderen, kadınların sevdiği, ara sıra dikkatsizlik ettiği, aşkı sorgulayan, aşkı tanımlamaya çalışan, taze bir babayla karşılaşacaksınız.
A.Ş.K. Neyin Kısaltması? genç bir yazarın özel dünyasını merak edenler için karşınızda! Kitaptan bir bölüm..." Sevgiliyi taşımak, bir giysiyi taşımak gibi; şık takımların yaptığını yapıp bizi olduğumuzdan daha albenili gösterebiliyor sevgililer. Onlarla yara izlerimizi örtebiliyor, kusurlarımızı gizleyebiliyoruz.Tek fark, elbisenin çok daha eksik bakım istemesi. Aşkımızın sıkça tozunu almaz, onu en iyi koşullarda saklamazsak, ağır bir yüke dönüşmesi işten bile değil. O zaman birbirimizi yok, aşktan geriye kalanları, keder ve umutsuzlukla ağırlaşmış o tatsız şeyi sırtlamış oluyoruz. Kurallara intibak merakımız bizi beş dakikalık bir seyahat yerine uzun ve amaçsız bir hamallığa mahkûm ediyor. Kimin kimi taşıdığıysa önemli olmuyor bundan böyle. İkimizin omuzları da fazla fakat çok ağrıyor." (sayfa 143)
Kördüğüm
Bir ay önce, düşünce hastanesine yatırıldım. Dün, Lachlan ziyaretime geldi. Beni öptü ve aklımı kaçırmaya başladığımı söyledi. Saatler sonra Max düşüncelerimi işgal etti; deli olmadığımı ve bana ihtiyacı olduğunu hatırlattı. Birkaç dakika önce geçmişimi aydınlatmaya çalışarak gerçeklikten daha da uzaklaştım… Derhal, cümbür cemaat benim aklımı kaçırdığımı düşünüyor fakat ben onun hakiki olduğunu ve ne gördüğümü biliyorum… Bana inanıyor musun?
"Seksi, esrarengiz ve güzel bir hikâye… Calia Read'in kelimeleri sizi esir edecek ve aklınızı başınızdan alacak!"
-Claire Contreras, There is No Light in Darkness'in Yazarı-
Bir Kadının Yaşamından 24 Saat ve Bir Yüreğin Ölümü
Stefan Zweig'ın psikolojiye ve Sigmund Freud'un öğretisine duyduğu ilgiyi yansıtan Bir Kadının Yaşamından 24 Saat ve Bir Yüreğin Ölümü adlı yapıtlarını bir araya getirdiğimiz bu kitap, yazarın öykü sanatındaki olağanüstü becerisini gözler önüne seriyor. İnsan ruhunun en karmaşık duygularından biri olan tutkuyu olanca canlılığıyla dile getiren öyküler bunlar. Bir Kadının Yaşamından 24 Saat, duygularının peşinden korkusuzca giden bir kadının apansız istikamet değiştiren yaşamını konu ediniyor. Bir Yüreğin Ölümü ise, ruh ikizini Lev Tolstoy'un unutulmaz kahramanı İvan İlyiç'te bulduğumuz yaşlı bir adamın ailesinden ve yaşamdan uzaklaşmasını öykülüyor.Düşsel ve tarihsel karakterler üstüne yazdığı biyografilerinde olduğu dek öykülerinde de karakterlerini kendine özgü derin, incelikli ruh çözümlemeleriyle betimleyen Zweig'ın bu kitapta buluşturduğumuz iki uzun öyküsü, edebiyat tarihinde Freud'un çözümlediği yapıtlar arasında yer alıyor.
Çirkinin Aşığı
Romantic Times 2006 En İyi Tarihi Romans Ödülü!Ayrı dünyalara ait iki inatçı... Varlıklı ve açgözlü bir kont ve kocası kadar terk edilen genç, güzel ve kaprisli bir dul...Teslim olmayan bir kadın hislerine ne dek dur diyebilir?.. Tesadüflerin ördüğü ağlarda arzular mı kibir mu kazanacak?Çirkinin Aşığı telaşı yüksek ve kışkırtıcı bir öykü sunuyor.Bu kitabın bitmesini hiç istemeyeceksiniz.-Julia Quinn-"Masalsı anlatımıyla Çirkinin Aşığı sizi arzular dünyasına sürükleyen keyif veren, akan ve duygu yüklü bir romans. Hoyt'un akıllı karakterlerine ve onların hoş diyaloglarına, sıcak aşk sahnelerinde olacağı gibi hayran olacaksınız." -Kathe Robin, Romantic Times-"Elizabeth Hoyt Tanrı vergisi bir yetenek, incelik ve sona ermek tükenmek bilmeyen bir tutkuyla yazmış."-Julianne MacLean-"Çirkinin Aşığı okurlar için seksi, ve hissi bir ziyefet!"-Connie Brockway-" . . . Çıkıp bu kitabı bir an önce edinmenizi kuvvetle öğüt ediyorum"-Kassia Krozser-
Gece Fısıltıları
Ufak ve ağırbaşlı bir kasabada polis olan Sloan Reynolds, hoş, akıllı, kendine güvenen ve herkesin sevdiği bir genç kadındır. tekrar tekrar herkesin yardımına koşar; bir miniğin dallara takılan uçurtmasını indirmek için ağaca tırmanırken de, bir yaşlının kayıp köpeğini ararken de, her zaman benzer sevecenlik içindedir. Derken, otuz yıldır kendisini hiç aramamış olan babası, Sloan'ı, kız kardeşini ve kendisini yakından tanıyabilmesi için, son derece şık bir kasaba olan Palm Beach'e davet eder. Genç kız gitmek istemez, ama FBI ajanı Paul Richardson devreye girer ve Palm Beach'te oluşturacağı bir araştırmaya asistan olabilmesi için, Sloan'ı bu teklifi kabul etmeye zorlar.Sloan Palm Beach'e gider, yaşamı boyunca hiç karşılaşmadığı babasını, kız kardeşini, ninesini yakından tanır ve "Beyaz Atlı Prens"i ile karşılaşır. Brülör bir aşk yaşarken beklenmedik gelişmeler olacak ve Sloan üzücü ikilemler yaşayacaktır.Popüler romanın en meşhur yazarlarından olan Judith McNaught okuyucular için bütün anlamıyla bir hazine.Literary TimesJudith McNaught'ın, bir aşk romanın bitik kesici bir maceraya çeviren, eşi bulunmaz bir yeteneği var.Naney R. E. O'Brien
Telepati (Telepati, #1)
Ya bu yaşam çok sayıda ihtimalden sadece biriyse?
Alex ve Jenny on altı yaşında iki gençtir. Alex Milano'da, Jenny ise Melbourne'da yaşamaktadır. Son dört sene boyunca ara sıra birbirlerini bilinçlerini kaybettikleri anlarda, hiçbir uyarı vermeden gerçekleşen telepatik iletişimleri esnasında görmüşlerdir.
Bu telepatik nöbetlerin birinde buluşmak üzere sözleşen iki genç, benzer gün benzer yerde durmasına karşın birbirini göremez. Bu, şaşırtıcı bir keşif yapmalarını sağlar: Bambaşka boyutlarda yaşamaktadırlar. Jenny'nin evreninde Alex ayrı biridir. Alex'in evreninde ise Jenny altı yaşında ölmüştür. Onlar birbirlerini bulmaya çalışırken Çoklu Cihan patlayıp yok olmanın eşiğine gelmiştir ama Jenny ve Alex'in kesinlikle buluşması gerekmektedir çünkü Dünya'nın geleceği buna bağlıdır. Yaklaşmakta olan kaderi yalnızca aşkları değiştirebilecektir…
"Telepati birçok açıdan olağanüstü ve başarıyı Arzu Oyunları kadar adalet ediyor. Sinematik içeriğe sahip bu eğlenceli kitabı bitirmek için kendinizle yarışacaksınız. Patrignani gençlik edebiyatına yeni bir solgun getirecek."
-Glenn Cooper-
Alacakaranlık
Bütün dünyada satmak rekorları kıran Alacakaranlık Serisi'nin ikinci filmi Yeniay vizyona girmeden serinin tüm kitapları cey boyuyla!Amazon'un "10 Yılın En İyi Kitabı" dediği Akşam Karanlığı birçok satanlar listesinin vazgeçilmezi olmaya ediyor.Tutkulu ve tüyler ürperrici...Alacaranlık acıtan bir aşk hikayesi!
Yüreğim Seni Fazla Sevdi
Yüreğim Seni Fazla Sevdi Kitabı Hakkında Genel Bilgiler
Yüreğim Seni Çok Sevdi, Canan Tan'ın 2007 yılında yayımladığı ve diğer romanlarında olduğu gibi yine okurlarını derinden etkilemeyi başardığı hissi bir aşk romanıdır.
Yüreğim Seni Çok Sevdi Kitabının Konusu
Kitabın konusu, Aslı ve Murat'ın birbirlerine karşı olan derin duygularını ve birbirlerinden vazgeçemeyişlerini anlatan acıklı bir aşk hikayesine dayanır.
Yüreğim Seni Çok Sevdi Kitabının Özeti
Aslı ve Murat İTÜ işetme bölümünde tanışan iki arkadaştır. Murat, Aslı'nın yakın arkadaşı olan Emre ile arkadaştır, oldukça da varlıklıdır. Bundan nedeniyle Aslı onun şımarık varlıklı çocuklarından olduğunu düşünür. Murat ise Aslı'ya aşık olmuştur ve ona Nazım Hikmet'in bir şiirini yazan.
Seni dikkate almak güzel şey umutlu şey
Dünyanın en güzel sesinden en hoş şarkıyı dinlemek gibi bir şey
Ama bundan böyle ümit yetmiyor bana,
Ben artık şarkı dinlemek yok
Şarkı söylemek istiyorum !!!
Bu şiirle Aslı ve Murat'ın ilişkisi yeni bir boyut kazanır. Aslı, zamanla Murat'ın aşkına inanmaya başlar. Bir gün Murat ve Aslı Bursa'ya Murat'ın ailesiyle tanışmaya giderler. Murat'ın ailesi bu ilişkiyi katiyen onaylamaz çünkü onlar son derece geleneklerine alt bir ailedir ve alacakları gelin evinde oturan biri olmalıdır. Aslı, onların hayallerindeki gelin profiline çok terstir. Bu koşul çiftin arasını son derece açmıştır. Murat, ailesi ve Aslı aralarında bocalamaya başlamıştır lakin Aslı'dan vazgeçmemeye kararlıdır. Aslı ise bu durumlardan kurtulmak için Amerika'ya gitme kararı almıştır. Aslı Amerika'da master yapmaya gitmiştir .Bu sırada sürekli Murat'tan dost yoluyla haber almaktadır. Aslı, mektep bitiminde de orada kalarak çalışmaya başlar.
Murat'ın babası hastalanır ve üzerindeki evlen baskısı da buna emrindeki olarak artar. Kendi geleneklerine yerinde bir kızla evlendirmek için uğraşırlar. Bu sırada Aslı'nın yakın arkadaşının düğünü vardır ve fazla ısrar sonucu düğüne gelmeyi kabul eder ve Türkiye'ye kazanç. Düğünde Murat ile karşılaşırlar. Murat onu sevdiğini, vazgeçmediğini ve evlenmek istediğini söyler. Aslı ise bu ilişkinin sonunun olmadığını, bunu anlaması gerektiğini söyler.
Aslı Amerika'ya döndüğünde ona evlenme teklifi eden Profesör Robin'in izdivaç teklifini kabul eder. Bunun üzerine Murat'a son bir mail atar ve şunları yazar.
Yarın evleniyorum Murat!
Bir başkasının kadını olmadan önceki son gecem bu...
Biraz dertleşelim mi?
Biliyorum, çok kızdın bana.
Veda bile etmeden çekip gitmekte haklıydın.
Son sözlerinle, Bursa'ya gelin gideceğime Amerika da evlenip oraya yerleşmeyi göze almamı yadırgamıştın.
Bunu senin için yaptığımı söylesem inanır mısın bana?
Unutma, sen de kabul etmiştin; imkansız aşktı bizimki.
Asla bir araya gelemeyecektik!
İçindeki son umut kırıntılarını değil etmeden, benden vazgeçip kendi düzenini kuramayacaktın.
O kırıntıları söküp atmalıydım ki, yollarımız yeniden kesişmemek üzere ayrılabilsin...
İşte bunu yaptım ben Murat!
Diğer türlü kurtulamayacaktın sevdamdan.
İndireceğim ağır darbenin şiddetini hafifletecek bir yol aradım.
Buldum da: Gözlerden uzak bir yerde,bir yabancıyla evlenmek!
Kabul etmelisin ancak, burnunun dibinde bir başka Türk ile evlenmeme dayanamazdın.
Söylemiştim sana, ölesiye bir aşk yok aramızda.
Onun yüreği senin dek sevmiyor beni.
Benim yüreğimse çoktan vazgeçti kendinden...
Sen ne düşünürsen düşün, aşkımıza ihanet ettiğime inanmıyorum ben.
Gürültüsüz sedasız hayatından çıkıyorum yalnızca...
Hoşçakal MURAT!
Özgürsün Artık...
Bu mailden daha sonra Murat da hiç istemese de hayatına devam yapabilmek namına ailesine uygun bir kızla evleniyor. Bu sırada Aslı'nın da evliliği hiç umduğu gibi gitmiyor. Aslı, Türkiye'ye dönme kararı alıyor lakin Robin ise Aslı ile Türkiye'ye gelmiyor. böylece Aslı, Robin'den ayrılarak Türkiye'ye dönüyor.
Aslı Bursa'da bir seminere katılıyor ve tesadüfen Murat da bu seminere davetlidir. Seminerde karşılaşırlar ve eski iki arkadaş gibi hal hatır sorarak konuşurlar. Murat Aslı'yı hiç unutmadığını ve aralıksız hakkında haber aldığını söyler, bunun üzerine Aslı bunun şuan birlikte olduğu kişiye adaletsizlik olduğunu söyler. Murat ise Aslı'nın ondan önce olduğunu ve ölene kadar da olacağını söyler. Ayrıca Murat'ın kızının adıdır Aslı, daima Aslı'm diye seslenir kızına....
Aynı Yıldızın Aşağı
Hayatın Anlamını Bulmanın, Âşık Olmanın ve Alınan Her Nefesin Farkına Varmanın Öyküsü
On altı yaşındaki kanser hastası Hazel Grace'in birkaç sene daha yaşamasını garanti eden tıp mucizesine karşın hastalığı ölümcüldür ve konulan teşhisle birlikte yıldızlar, öyküsünün son bölümünü şimdiden kaleme almıştır.
Ama Augustus Waters isimli yakışıklı bir sürpriz şahsiyet, Kanserli Çocuklar İçin Yardım Grubu'nda doruk gösterince Hazel'ın hayatı öbür bir yöne sapar ve bu zeki çocuğun çekimine karşısında koyamayan kızın öyküsü tekrar yazılır...
Time dergisi, 2012'nin En İyi Romanı
Goodreads, 2012'nin En İyi Genç Yetişkin Kitap Ödülü
New York Times'ın En Çok Satanlar Listesinde 1. Sıra
Wall Street Journal'ın En Fazla Satanlar Listesinde 1. Sıra
Amazon'un En Fazla Satanlar Listesinde 1. Sıra
Indiebound'un En Çok Satanlar Listesinde 1. Sıra
"Hayata, ölüme ve araya sıkışanlara dair bir roman olan Aynı Yıldızın Aşağı John Green'in en iyi kitabı. Kahkaha atıyor, ağlıyor, hızınızı alamayıp her yerde okuyorsunuz."
-Markus Zusak, Printz ödüllü bestseller yazarı-
"Aynı Yıldızın Altında evrensel konuları ele alıyor: Sevilecek miyim? Hatırlanacak mıyım? Bu dünyada bir iz bırakabilecek miyim?"
-Jodi Picoult, New York Times bestseller yazarı-
"Dâhiyane... Fazla güzel... Kuvvetli ve saf duygularla korkusuzca yüzleşebiliyor."
-Time-
"Green, okurların aklından uzun zaman çıkmayacak, göz kamaştıran iki gencin öyküsünü iyi bir gözlem yeteneği ve empatiyle anlatarak, rafta duracak bir kitaptan ötesini yazmayı başarmış."
-People-
"Bu romanı cazibeli kılan şey dakikada bir heyecanlı bir patlama yaşanması yok, 'sayılı günler içinde sonsuzca' yaşamaya çalışan karakterlerin gerçekliği."
-The Washington Post-
"Buruk bir komedi, akılları her tarafta alacak bir romantizm ve insana hayat ile ölüme dair sorulan büyük soruları neşeyle ve uzun uzun düşündüren bir kitap."
-Horn Book-
"Aynı Yıldızın Aşağı bir aşk hikâyesi. Son dönem edebiyatın en doğru ve hazin romanlarından biri fakat aynı zamanda korkunç bir zekâ, cesaret ve hüznün varoluşsal trajedisini de anlatıyor."
-Lev Grossman, Time-
KİTABIN BIRINCIL BÖLÜMÜNDEN:
On yedinci yılımın kış aylarının sonunda annem depresyonda olduğuma karar verdi; olasılıkla evden arada bir çıktığım, yatakta epeyce artı zaman harcadığım, benzer kitabı defalarca okuduğum, seyrek olarak yemek yediğim ve son derece bol olan manâsız vaktimin büyükçe kısmını ölümü düşünerek geçirdiğim için.
Ne süre kansere dair bir broşür veya bir internet sayfasına filan göz atsanız, kanserin tabi etkilerinden biri olarak depresyonu da listeliyorlar. Fakat aslına bakarsanız buhran, kanserin bağlı etkisi yok. buhran ölmenin emrindeki etkisi. (Kanser de ölmenin ast etkisi fiilen. Hatta gerçekte az kalsın her şey öyle.) Ama annem tedaviye ihtiyacım olduğuna inandığı için beni Ahenkli Doktorum Jim'e götürdü ancak o da insanı paralize eden ve dehşet bir klinik buhran içinde yüzdüğüme, ilaçlarımın ayarlanmasının ve haftalık bir Destek Grubu'na katılmamın gerektiğine karar verdi.
Bu Yardım Grubu, bitki örtüsü kaynaklı sıkıntıların öbür evrelerindeki, kesintisiz değişen bir dizi karakteri bünyesinde barındırıyordu. Karakterler niçin aralıksız değişiyordu? Ölmemin ast etkisi.
Yardım grubu tabii fakat dehşet derecede kasvetliydi. Her çarşamba haç şeklindeki taş bir kilisenin bodrum katında buluşuyorlardı. Haçın bütün ortasında, iki kalasın birleştiği, İsa'nın kalbine tekabül eden yerde bir daire oluşturarak oturuyorduk.
Bunu ayrım etmiştim çünkü Destek Grubu Lideri ve odadaki on sekiz yaşın üstündeki tek insan olan Patrick, her lanet toplantıda İsa'nın kalbinden konu açıyor, genç kanser felaketzedeleri olarak nasıl İsa'nın o kutsal kalbinin bütün ortasında oturduğumuzdan filan bahsediyordu.
Tanrı'nın kalbinde olaylar şöyle işliyordu: Altımız, yedimiz veya onumuz yürüye yürüye ya da tekerleklerle içeriye giriyor, bayat kurabiyeler ile limonatalardan otlanıyor, dairedeki yerimizi alıyor ve Patrick'in insanı kasvete sürükleyen, cefa dolu hayat hikayesini bininci kez dinliyorduk: Testislerinde nasıl kanser varmış da, nasıl öleceğini düşünmüşlermiş de, lakin ölmemiş de işte acilen buradaymış da... Amerika'nın yüz otuz yedinci en hoş şehrindeki kiliselerden birinin bodrum katında, boşanmış bir yetişkin; video oyunlarına bağımlı, o kadar arkadaşı olmayan, kansertastik geçmişini sömürerek vasat bir yaşam idame ettiren ve kariyer hedeflerini hiçbir şekilde geliştirmeyecek bir yüksek lisans derecesi için çabalayan ve hepimiz gibi, Demokles'in kılıcının, kanserin onca yıl önce testislerinin ikisini de alıp ancak son derece eli bol bir ruhun hayat olaraak adlandırabileceği kısmını bağışladığı sırada kaçan huzuru ona vermesini bekleyen bir adam.
SİZ DE BÖYLE ŞANSLI OLABİLİRSİNİZ!
Sonradan kendimizi tanıtıyorduk: Isim. Yaş. Teşhis. Ve o gün nasıl olduğumuz. Ben Hazel, diyordum sıra bana geldiğinde. On altı yaşındayım. Sahiden tiroit kanseriyim lakin ciğerlerimde, oraya uzun süredir belirlenmiş, hayranlık uyandırıcı bir uzaktan doku metastazı var ve iyiyim.
Dairedeki cümbür cemaat konuşunca Patrick her zaman birilerinin bir şeyler paylaşmak isteyip istemediğini soruyordu. Sonradan da duygu patlaması başlıyordu. Cümbür Cemaat savaşmaktan, dövüşmekten, kazanmaktan, küçülmekten ve taranmaktan bahsediyordu. Doğrusu Patrick'e hakkını vermem gerekir çünkü ölümden bahsetmemize de müsade veriyordu lakin oradakilerin birçok zaten ölmüyordu. Çoğu, Patrick gibi erişkin olabilecekti.
(Bu da bu konuda çok artı rekabet olduğu anlamına geliyordu çünkü cümbür cemaat sadece kanseri yok, bununla beraber odadaki öteki insanları da yenmek istiyordu. Yani bunun aslında mantıksız olduğunun farkındayım ama örneğin beş sene yaşamak için yüzde yirmi şansınız olduğunu söylediklerinde matematik işin içine giriyor ve bu sayının beş kişiden birine tekabül ettiğini görüyorsunuz... Bunun üzerine, herhangi bir sağlıklı insanın yapacağı gibi etrafa bakıp, bu piçlerin dördünden daha uzun zaman yaşamam lüzum, diye düşünüyordunuz.)
Takviye Grubu'nun tek iyi yönü ince uzun suratlı, sarı saçlarını tek gözünün üstüne tarayan ve zayıf bir çocuk olan Isaac'ti.
Ve problem gözlerindeydi. Olağanüstü derecede imkansız bir göz kanserine yakalanmıştı. Ufakken tek gözü alındığı için gözlerini ( ayrıca gerçeğini hem de sırça olanı ) doğal olamayacak kadar büyük, kafasını sadece size bakan sahte gözü ile gerçek gözünden oluşuyormuş gibi gösteren, şişe dibine aynı bir gözlük takıyordu. Isaac'ın grupla bir şeyler paylaştığı nadir zamanlardan anlayabildiğim kadarıyla kanserin yinelemesi, diğer gözünü ölümcül bir tehlike içine sokmuştu.
Isaac'la az kalsın sadece iç geçirerek irtibat kuruyorduk. birileri ne zaman kansere aleyhinde diyetlerden, köpek balığı yüzgeçlerini filan burnuna çekmekten bahsetse bana bakıyor ve hafifçe iç geçiriyordu. ben de karşılık olarak mikroskobik bir hareketle başımı sallayıp nefes veriyordum.
Yani Yardım Grubu fenaydı ve birkaç hafta sonunda bütün bu olay beni delirtecek kıvama gelmişti. Hatta Augustus Waters’la tanıştığım çarşamba günü, on iki saatlik eski sezon America’s Next Top Model maratonunun üçüncü ayağında, annemle kanepede otururken Takviye Grubundan kurtulabilmek için en iyi performansımı gösterdim.
Ben: “Destek Grubu’na katılmayı reddediyorum.”
Annem: “Depresyon semptomlarından biri de aktivitelere duyulan umursamazlık.”
Ben: “Bırakırsan America’s Next Top Model izleyip durabilirim. O da bir aktivite.”
Annem: “Televizyon edilgin bir şey.”
Ben: “Of, anne, lütfen.”
Annem: “Hazel, sen bir genç kızsın. Bundan Böyle ufak çocuk değilsin. Dost edinmen, birazcık evden çıkman ve hayatını yaşaman gerekli.”
Ben: “Eğer genç kız olmamı istiyorsan beni Destek Grubuna yollamazsın. Bana sahte bir kimlik alırsın oysa gece kulüplerine gidip votka içip esrar koklayabileyim.”
Annem: “Esrar koklanmaz bir kere.”
Ben: “Gördün mü bak, bana sahte kimlik alsan böyle şeyleri bilirdim.”
Annem: “O Destek Grubu’na gideceksin.”
Ben: “OOOOOOFFFFFFFF.”
Annem: “Hazel, hayatını yaşamayı adalet ediyorsun.” Bunun üstüne çenemi kapadım fakat Destek Grubu’na katılmanın hayat tanımlamasına nasıl sığdığını anlamayı başaramıyordum. gerçi gitmeyi kabul ettim… ANTM’nin kaçıracağım 1.5 bölümünü kaydolma hakkımı bahis ettikten sonradan.
Yardım Grubuna, sadece on sekiz aylık lisansüstü eğitimi olan hemşirelerin, beni egzotik isimli kimyasallarla zehirlemesine müsade verme sebebimle benzer sebepten gittim: Annem ile babamı sevindirmek istiyordum. Bu dünyada on altı yaşındayken kanserin oltasına gelmekten boktan olan tek şey, kanserin oltasına gelen bir çocuğa sahip olmaktı.
Annem arabayı saat 16:56’da kilisenin arkasındaki yola çekti. oyalanmak için oksijen tüpümü kurcaladım.
“Benim taşımamı ister misin?”
“Hayır, lüzum değil,” dedim. Yeşil renkli silindir tüp birkaç kiloydu ve yanımda çekiştirebilmeme yarayan küçük bir çelik çekçek vardı.
Çenemin anında altında ikiye ayrılan, kulaklarımın ardından dolanan ve burnumda her tarafta bir araya gelen bir kanülle dakikada iki litre oksijen almamı sağlıyordu. Bu mekanizma gerekliydi çünkü ciğerlerim ciğer olma konusunda berbattı.
“Seni seviyorum,” dedi annem ben inerken.
“Ben de anne. Altıda görüşürüz.”
“Dost edin!” dedi yürüdüğüm arada indirdiği pencereden.
Asansöre binmek istemedim çünkü asansöre binmek Destek Grubunda Son Günler tandanslı bir aktiviteydi, bu yüzden merdivenleri kullandım. Bir kurabiye alıp kâğıt bardağa limonata koyduktan sonradan arkamı döndüm.
Bir erkek çocuk bana bakıyordu.
Onu daha önce görmediğime hayli emindim. uzun boylu, hafif kaslıydı; oturduğu plastik ilkokul sandalyesi altında minicik kalmıştı. Düz ve kısa, kahverengi saçları vardı. Benimle akran görünüyordu, şayet bir yaş büyüktü ve sandalyenin kenarına ilişmiş, tek elini siyah kot pantolonunun cebine yarısına dek sokmuş bir halde, yıkım derecede kötü bir pozisyonda oturuyordu.
Başımı çevirdim, aniden baki sayıdaki eksikliğimin bilincine varmıştım âdeta. Çok eski bir kot pantolon giyiyordum, kendisi bir zamanlar kuytu olmasına rağmen bundan böyle alışılmadık olağandışı yerleri sarkıyordu ve artık sevmediğim bir müzik grubunun reklamını yapan sarı bir tişörtüm vardı. dahası saçım: Tas gibi bir saç kesimim vardı ve saçımı taramaya filan bile üşenmiştim. Hem saçma derecede şişmiş yanaklarım vardı… tedavinin tabi etkisi. Ceset hatları orantılı ama balon kafalı bir insana benziyordum. Tombul ayak bileklerimden bahsetmeme gerek bile değil. Ama yine de… ona yan bağlı baktım, gözleri hâlâ üzerimdeydi.
Buna niçin göz teması dediklerini o anda anladım.
Daireye girip o çocuğun iki sandalye ötesinde oturan Isaac’in yanında geçtim. Tekrar baktım. Hâlâ beni izliyordu.
Bakın, bir şey söylemem lazım. Çocuk kötü yakışıklıydı. Yakışıklı olmayan bir çocuk durmaksızın size bakarsa bu en iyi ihtimalle acayip ve en kötü ihtimalle de taciz gibi karşılanır. Fakat yakışıklı bir çocuk…
Telefonumu çıkarıp saati göstersin diye bir tuşa bastım; 16:59. Daire on iki ila on sekiz yaş grubundaki talihsizlerle dolunca Patrick sükûnet duasıyla toplantıyı başlattı: Tanrım, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmem için sükûnet, değiştirebileceklerimi değiştirebilmem için yiğitlik ve aradaki farkı bilmem için hafıza ver. Çocuk hâlâ bana bakıyordu. Yüzüm kızaracaktı.
Sonunda en yerinde stratejinin bakışlarına karşılık vermek olduğuna karar verdim. Ne de olsa Gözünü Dikip Bakma işi erkeklerin tekelinde değildi. Patrick bininci kere testissizliğinden filan bahsederken ben de çocuğa baktım ve kısa zaman içinde durum bakışma yarışına döndü. Bir vakit sonra gülümsedi ve sonunda mavi gözlerini diğer yöne çevirdi. Her Tarafta bana baktığında kaşlarımı bir iki defa kazandım dercesine kaldırdım.
Omzunu silkti. Patrick devam ediyordu, sonunda kendini tanıtma faslına gelmiştik. “Isaac, bugün sen başlatmak ister misin? Zorlama zamanlar geçirdiğini biliyorum.”
“Tabii,” dedi Isaac. “Ben Isaac. On yedi yaşındayım. Birkaç hafta sonradan ameliyat olmam gerekiyor gibi görünüyor, sonra kör olacağım. Hani şikâyet filan ettiğimden yok de, yani kör almak basmakalıp kötü. Gerçi kız arkadaşım tezgâhtar oluyor. bundan başka Augustus gibi arkadaşlar.” Artık bir ismi olan oğlana doğru başını eğdi, “öyle işte,” diye devam etti Isaac. Iç içe geçirdiği ellerine bakıyordu. “Yapacak bir şey değil.”
“Senin için buradayız, Isaac,” dedi Patrick. “Hadi, Isaac sesinizi duysun.” Bunun üstüne monoton bir sesle, “Senin için buradayız, Isaac,” dedik.
Sırada Michael vardı. On iki yaşındaydı. Lösemiydi. Her Zaman lösemi hastası olmuştu. O da iyiydi. (veya o kadar olduğunu söylüyordu. Asansöre binmişti.)
Lida on altı yaşındaydı, yakışıklı çocuğun gözüne kestirebileceği dek hoştu. Toplantılara uyumlu gelenlerdendi, daha önce varlığından farkında olan zeka olmadığım apandis kanserinde uzun süreli remisyon dönemindeydi. Destek Grubuna katıldığım her seferde olduğu gibi, kuvvetli hissettiğini söyledi ama oksijen püskürten kanülüm burun deliklerimi gıdıklarken bu bana böbürlenmek gibi geliyordu.
Sıra ona gelmeden önce beş birey daha konuştu. Ona vardığında hafifçe gülümsedi. Sesi kısık, hain perdeli ve ölümüne seksiydi. “Adım Augustus Waters,” dedi. “On yedi yaşındayım.
Bir buçuk sene önce birazcık osteosarkoma yakalandım, bugün de buraya Isaac’in isteği üzerine geldim.”
“Peki nasıl hissediyorsun?” diye sordu Patrick.
“Ah, inanılmaz.” Dudağının bir ucunu kaldırarak gülümsedi Augustus Waters. “Sadece yukarı çıkan bir hız trenindeyim, dostum.”
Bir saat şipşak geçti: Bahşedilen savaşlar hikâye edildi, kaybedilmesi belirli görünen cenklerin arasında muharebeler kazanıldı; umuda tutunuldu; aileler takdir edildi, aileler kınandı; arkadaşların bir türlü anlamadığında karar kılındı; gözyaşları döküldü; gönüller ferahlatıldı. Ne Augustus Waters ne de ben, Patrick, “Augustus, grupla korkularını paylaşmak ister misin?” diyene değin konuştuk.
“Korkularımı mı?”
“Evet.”
“Unutulmaktan korkuyorum,” dedi bir lahza bile duraksamadan. “Hani şu deyimdeki, karanlıktan korkan âmâ adam gibi.” “Bu laf için fena bir zamanlama,” dedi Isaac gülümseyerek. “Düşüncesizlik mi yaptım?” diye sordu Augustus. “Diğer insanların hislerine karşısında âmâ olabiliyorum.”
Isaac gülüyordu ama Patrick terbiye edici parmağını kaldırıp, “Lütfen Augustus,” dedi. “Sana ve senin mücadelelerine dönelim. Unutulmaktan korkuyorum demiştin.”
“Demiştim,” diye yanıtladı Augustus.
Patrick’in şaşkın gibi görünüyordu. Birileri buna dair bir şey anlatmak ister mi?”
Amerikanın en meşhur ve kabiliyetli yazarlarından biri olan John Green yeni romanı Aynı Yıldızın Aşağı kitabı ile yeniden okurlarını etkisi altına almayı başarıyor.
ilk olarak 2012 yılında meydana çıkan kitap bir anda okurlardan büyük alkış topladı ve bir çok kitap listesinde bir numaraya dek yükseldi. Bir fazla saygın eleştirmenden de bütün anekdot alan kitap sonunda Türk okurları ile de buluşuyor.
Kitap 16 yaşında kansel hastası bir gencin hikayesini anlatıyor. Genç yaşta ölümcül hastalığa yakalanan ve bir tıp mucizesi ile biraz daha uzun yaşama umudu olan gencin ölümcül sonucu ertelemekten öteye gitmez. Ta ki hayatına biri girene kadar. Genç kız hayatına yeni giren kişiye olan bağı farklı mucizeleri de beraberinde getirecektir.
Benzer Yıldızın Altında romantik kitapları sevenlerin mutlaka okuması gereken bir roman. Zamanı azalan bir gencin bu kısa zamana bir ömür sığdırmaya çalışmasını okurken göz yaşlarınıza baskın olmakta zorlanacaksınız.
16 yaşındaki Hazel yeni büyüyen ve nadir hastada menfaat karşılayan bir hap bir uçtan bir uca ömürünü birazcık daha uzatabilmiştir. Destek gruplarına katılarak moral arayan kız bir gün takviye grubunda bir genç olan Augustus ile tanışır ve ona alaka duymaya başlar. Çocuk da ona karşısında aldırışsız değildir ve daha ilk karşılaşmalarında Hazel’i evlerine film izlemeye ziyafet eder.
Birlikte V for Vendetta filmini izlerler ve Hazel de çocuğa çok beğendiği ve defalarca okuduğu kitabı öğüt eder. Kitabı bitirmeden de yeniden görüşmeyeceklerini söyler. Bunun üstüne çocuk da kitabı bir an önce okur ve etkisi aşağıda kalır. Fakat kitapta cevaplanmamış bir çok soru vardır ve Hazel bir türlü yazara ulaşamaz. Çocuk kızı mutlu olabilmek için yazara bir şekilde ulaşır ve yazar da onları yüz yüze görüşmek için yaşadığı Amsterdam’a davet eder. Fakat Hazel’in ailesi böyle bir seyahati karşılayabilecek imkanları yoktur ve Hazel’de tek istek hakkını kullanmıştır.
Hazel’in imdadına tekrar Augustus yetişir ve tek dilek hakkını bunun için kullanır. Birlikte bir kaç günlüğüne de olsa Amsterdam’a giderler ama karşılarında sorunlu bir yazan bulurlar. Yazar Hazel’e dilediği cevapları atamak yerine ona kaba davranır. İkili Amsterdam’da romantik zaman geçirirler fakat istediklerini alamadan geri dönerler. Bu dönüş acı bir gerçeği de ortaya çıkartır. Augustus’un hastalığı nüksetmiştir ve artık pozitif zamanı kalmamıştır.
Hazel sevgilisi bir gün olsun yalnız bırakmaz ve son zamanlarını defalarca birlikte geçirirler. Augustus Amsterdam’a Hazel’in istediği cevapları alamaması nedeni ile kendince kitabın devamını yazmak ister lakin hastalığı buna müsade vermez. Son olarak yazara bir mektup yazan ve ölmeden önce son dileğini yazara iletir. O mektup sahiden Hazel’in istediği cevapları da içinde barındırır.
Benzer Yıldızın Aşağıda 2014 yılında Josh Boone kadar sinemaya uyarlanmıştır.
Çalıkuşu
Çalıkuşu Kitabı Hakkında Genel Bilgi
Ilk Olarak 1922 yılında yayınlanan roman 5.baskıdan sonradan 1939 yılında yazarın gözden geçirmesiyle yeniden basılmıştır. Roman ilk olarak “İstanbul Kızı” isminde 4 perdelik piyes olarak çıkmış sonra da Çalıkuşu romanına dönüşmüştür. 1908 – 1918 yıllarındaki savaş halinin, Anadolu halkının sorunlarının, genç bir kızın şiddet ve uçarı yıllarının ve Osmanlı’nın son yıllarının anlatıldığı bu roman son bölümü hariç Çalıkuşu Feride’nin günlüğüdür. Son birim de dıştan gözlemci birisinin anlatımıdır.
Roman çoğu kez beyazperdeye ve televizyona uyarlanmıştır. Ilk Olarak 1966 yılında Çalıkuşu ismiyle Osman F. Seden yönetmenliğinde, başrollerinde Türkan Şoray, Kartal Tibet, Parla Şenol, nam-ı diğer Ayşecik Zeynep Değirmencioğlu gibi oyuncuların paylaştığı filmdir.
Sonra 1986 yılında her yerde Çalıkuşu ismiyle Osman F. Seden yönetmenliğinde bu sefer küçük TV dizisi olarak yayınlanır. Başrollerinde Aydan Şener, Kenan Kalav ve Munise rolünde Mine Çayıroğlu vardır.
En son olarak 2013 yılında Çalıkuşu ismiyle Çağan Irmak ve Doğan Ümit Karaca yönetmenliğinde Tv dizisi olarak çekilmiştir. Uçarı Feride rolünde Fahriye Evcen ve Kamran rolünde Burak Özçivit oynamıştır.
Çalıkuşu Kitabının Konusu
Roman genç bir kızın aile, aşk ve iş yaşamı çevresinde dönerken 1908 ve 1918 yılları arasındaki dönemlere de şahitlik eder. Savaş yılları, eğitim sistemi, genç ve hoş bir kızın yaşadığı zorluklar ve Osmanlı’nın son ve baskı yıllarını gözler önüne serer.
Çalıkuşu Kitabının Özeti
Feride minik yaşta annesini kaybeder ve İstanbul’da teyzesi ile yaşamaya başlar. Son derece yaramaz, hareketli ve laf dinlemez bir kızdır. Okulda bütün arkadaşlarından farklıdır ve onlarla oynamaktansa ağaçlara tırmanır, dallar aralarında gezinir. Bu hareketleri sonucu öğretmeni ona “Çalıkuşu” ismini vermiştir.
Fransız mektebinde gayet iyi bir eğitim almıştır Feride ve bütün bir İstanbul hanımefendisidir. Öğretmenlik için gittiği her tarafta bu zarifliği, farklılığı ve güzelliği dikkatleri çekecektir. Dedikodulardan ve düşmanlarından bakımlı olamayacaktır.
Feride İstanbul’a geldikten sonradan diğer bir teyzesinin oğlu Kamran ile tanışır ve ona aşık olur. Hiç kimseyi önemsemeyen Feride Kamran’a karşı her zaman çekingendir. Kamran da Feride’yi sevmektedir ve bir fazla kaçıp kovalama sonunda Kamran Feride’ye evlenme teklisi eder ve Feride de kabul eder. Ama buna karşın yine de ondan çekinmektedir. yine de Kamran’dan kaçar. Lakin evlenmelerine çok kısa bir vakit kaldığı bir zamanda Kamran’ın kastetmek için gittiği Avrupa’da diğer bir sevdiği olduğunu öğrenir, kendisini aldatmış olduğunu öğrenir ve evi terkeder.
Anadolu’ya gidip öğretmen olmaya karar verir ve onun saf ve hevesli halinden yararlanılarak yolu bile olmayan Bursa’nın Zeyniler köyündeki ahırdan bozma bir okula gönderilir. Feride buraya zamanla alışır ve sever. Öğrencilerle de mükemmel anlaşmaktadır. Fakat sınıfındaki Munise isimli çocuğun güç aile şartları yüzünden ona sığınmasından sonradan babasından izin alarak Munise’yi evlatlık edinir ve bundan böyle yanından ayırmayacaktır. Mektep müfettiş tarafından eğitime uygun değil gerekçesiyle kapatılır.
Feride öğretmenlik yaparken bununla birlikte kendini de tanımaya başlamıştır. Uçarı çalıkuşu Feride hemen sorumlulukları olan, sevilen farzedilen bir öğretmendir. Ayrıca kendini keza hayatı öğrenirken bütün zorluklarla tek başına çaba eder.
Zeyniler köyündeki mektep kapatıldıktan daha sonra diğer bir yere tayinini aldırmak için Milli Eğitim Müdürlüğü’ne gider. Orada bir mektep arkadaşını görüp Fransızca konuşunca Kız Hoca okuluna Fransızca öğretmeni olarak gönderirler. Bu okulda da güzelliği ve zarafeti yüzünden çok dikkat çeker ve adı benzer okuldaki hoca arkadaşıyla aşk dedikodusunda çıkınca buradan da ayrılır.
Sonrasında İzmir’de özel ders verir. Oradan da Kuşadası’nda bir okula geçiş yapar. Savaşın en yoğun olduğu o zamanlar okulu hastaneye çevrilir. Orada Zeyniler Köyünde tanıştığı doktor Hayrullah beyle her yerde karşılaşır ve diğer bir okula geçmektense orada kalıp hemşirelik yapmaya ikna olur. sırası gelmişken da Munise hastalanır ve hayatını kaybeder. Bundan fazla etkilenen Feride’yi hekim Hayrullah bey yanına alır ve dedikoduları önlemek için onunla evlenir.
bu vesileyle doktor Feride’nin günlüğünü okur ve Kamran’ı öğrenir. Bundan Böyle vefat döşeğindeyken Feride’ye Kamran’a ulaştırması için bir mektup verir. Feride doktorun son isteğini yerine getirecektir. Ve İstanbul’a dışarı giden Feride, evlenmiş ve sonra eşini kaybetmiş Kamran’ı görür ve mektubu ona verir. Mektupta Feride’nin her zaman onu sevdiği yazmaktadır. Ve Kamran da Feride’yi defalarca sevmiştir.
Kamran Feride’yi ikinci defa kaybetmek istemez. Ve bu seferki gelişinde hiç gitmemesi için bütün ailece bir oyun oynarlar Feride’ye. Feride’nin bölünme zamanı gelmiştir. Kapıya gelen araba ile yola çıkacaktır ama arabanın içinden Kamran çıkar ve Feride’yi tatlı sert bir şekilde alıkoyarak izdivaç için kaçırır. Feride de bütün itirazlarını sıralar lakin o da bunu senelerdir istediği için razı olur ve yıllar önce kaybettiği mutluluğu en sonunda yakalamış olur.
Tut Elimi (Breathing #1)
Umut pamuk ipliğine bağlıysa aşk bir mucizedir. Tammara webber, new york times bestseller yazarı daha birincil sayfasından itibaren elinizden düşüremeyeceğiniz, gerilimi yüksek bir dram bir genç kızın yaşama tutunmasını sağlayan etkileyici bir aşk işkence ve gaddarlıkla geçen dayanılmaz bir hayatın ortasında umuda tutunmaya çalışan emily'nin hikâyesini hiç sıkılmadan okuyacaksınız. Bundan Böyle eksilen nabzımı değil sayamazdım. kalp atışlarım ritmini korumak için uğraş ediyordu. Karanlık her yerimi sardı. Kayıp gitmek fazla kolaydı güya; sessizliğe teslim olarak hiçliğin kucağında çözümü bulmak bu yere içten sürükleniyordum. Fedakârlığımın anılarına tutunmaya çalıştım sonradan. O sıcaklık, yürek çarpıntıları, evan'ın gözlerindeki hakiki yaşamak bir seçenek miydi hâlâ? Aşkın ve kaybın dengesinde, uğruna çaba edeceğim şeyi aşk belirledi ve eğilip fısıldadı kulağıma: Tut Elimi
Taaşşuk-u Talat ve Fitnat
Eski geleneğin kimi kalıplarını sürdürmekle birlikte, Taaşşuk'u Talat ve Fitnat (Talat ve Fitnat'ın Aşkı), yazınımızda Batılı yöntemle yazılı roman türünün ilk örneği olarak kabul edilmektedir. 18 yaşında babasız bir çocuk olan Talat Bey, bir yaşındayken yetim kalan, babasını tanımayan bir kız olan Fitnat'a ilk görüşte aşık olur. Ancak kızı sokağa bile çıkarmayan bağnaz bir adam olan babalığı tütüncü Hacıbaba somurtkan, dediğim dedik bir adamdır ve üvey kızına kendi ölçütlerine tarafından bir koca bulmak istemektedir. Bunun üstüne Talat Bey, kız kılığına girerek Fitnat'la dost olur. Ama Hacıbaba, kızıyla evlenmek isteyen ve varlıklı bir adam olan Ali Bey'in önerisini kabul eder. Ali Bey, Fitnat'ın babası yaşındadır.
Duygu
Anne sıcaklığı, baba emniyeti olmayan bir dünyada ayakta kalmaya çalışan kırılganlık abidesiydi Duygu. Üç yoldaşı vardı onu taşıyan. "Develerim" derdi onlara. O develer ki İstanbul'un en arızalı tipleriydi. Her ne değin bela makinesi olsalar da Duygu için tek bir hakiki vardı;"Bekir candı, Ali kandı, Sedat aşktı." Ve hayat onlar için bir duadan ibaretti. İyiyim iyiyiz biz daima iyi oluruz. Güçlü olmayı en zorlu yollarda öğrenmiş dev bir çınardı Sedat. Hayatta yorulmuş, aşktan ?çoktan vazgeçmişti. Yüreğini ördüğü çelik duvarlar arasına saklamış zalim bir adamdı o. Acılarla ?atılmış düğümlerin arasında filiz verebilir miydi aşk? Meleği şeytana döndürüp, şeytanın ruhunu ele geçirebilir miydi aşk?
Kurt Seyt & Shura
Cesur bir teşebbüs. Cümbür Cemaat yiğitlik edemez. XIX. Yüzyıl anlatımı ile, Tolstoy, Balcaz, Zola türünden yazılı.
Dönemini iyi bir herzamanki roman mimarisi ile anlatıyor.
'Kalsik Roman' budur.
Atilla İlhan
... Eğer bu belgesel ayrıntılar olmasaydı, ortaya daha yoğun duygusallıkta' bir 'aşk romanı' çıkardı diyenler, bu acayip laşımanın özünü değil ederler. Sayısız karakterleri, ince ayrıntıları, sinematografik mekan değişimleri ile 'Mufassal' bir dramatik olarak tanımlanabilir bu kitap...
Jak Deleon
Yazan, diaspora acıları çeken tüm insanların evrensel hüznünü temsil ediyor.
Yaşar Aksoy
1890'ların Rusya'sından 1920'lerin Türkiye'sine uzanan bir dönemi anlatan Kurt Seyt & Shura'sa sadece aşk değil, o günlerin Rusya'sı ve Türkiye'si de var...
Hatta daha fazlası var. Günümüz Rusya'sını kim merak etmez ki? Ve de dünün İstanbul'unu...
Hıncal Uluç
Kurt Seyt & Shura, edebiyat dünyamıza tıpkı uzaydan gelen bir kor parçası gibi girdi.
Hami Alkaner
Nefis bir roman. Bunun Film olacağı günü düşünüyorum.
Serap Aksoy
Roman tam anlamıyla herzamanki. Orta çağın sanattaki ihtişamı, ulaşılmazlığın yüceliği var.
Ayhan Hünalp
Benim İçin Öl
O, Aşkı için ölmeye yok, ölmemeye laf verdi "Gizemli ve romantik bir aşkı anlatan bu romanı elimden bırakamadan bir çırpıda okuyup bitirdim."New York Times en çok satanlar listesinde 1 numara olan Kanatlar dizisinin yazarı Aprilynne Pike.Amy Plum, paranormal üçlemesinin ilk kitabı olan Benim İçin Öl'de (Die For Me), Amerika'da anne babasını trafik kazasında kaybedince, ablasıyla dedelerinin yanında taşınmak zorunda kalan Kate ile onun saf güzelliğine tüm benliğini kaptıran yakışıklı Fransız genci Vincent'ın ruhlara işleyen aşklarını anlatıyor. On altı yaşındaki Kate, Brooklyn'den, çoğu kişinin hayalini süsleyen "Işıklar kenti" Paris'e taşındığında, acı günlerini kitap okuyarak ve sanatla iç içe geçirerek atlatmaya çalışır. O sırada, uyur hâldeyken bile onu görebilen bir çift gözün kendisini aşkla izlediğinden habersizdir. Kate'in, bir kafede kitap okurken gördüğü ve bütün genç kızların yüreğini hoplatacağını, kendisine hiç takılmayacağını düşünerek iç geçirdiği Vincent'ın gözleridir bunlar. Ve Kate de Vincent'a gönlünü kaptırır.Ama bu aşkın önünde esrarengiz ve ürkütücü bir engel vardır. Vincent bayağı bir insan değildir. Hayatını her gün riske atmasına neden olan korkunç bir yazgıya mahkumdur. Ayrıca onu ve tüm ırkını değil etmeye çalışan baki ve tehlikeli düşmanlara karşı koymak zorundadır. Okurken soluk soluğa kalacağınız Benim İçin Öl'ün yazarı Amy Plum, ikincisi 2012'de yayımlanacak paranormal üçlemesinin bu ilk kitabıyla gençlerin kalbinde çoktan taht kuruyor. Akılçelen Kitaplar, Paris'in müthiş dekorunun yanı sıra iki dünya savaşının insanlara yaşattığı acıların yansımalarının da yer aldığı ve okurların yeni tutkusu olacak bu üçlemenin birincil kitabını sizlere sunmaktan gurur duyuyor.
Hatasız
Hatasız, dokunaklı çocukluğunun kaosundan sıyrılıp kusursuz bir yaşam yaratmayı başaran bir genç kızın, dehşet bir suçla itham edilirken inatla günahsız olduğunu bahis eden genç bir adamla karşılaşmasının ve ikisini birbirine bağlayan ümidini yitirme, aşk ateşi ve tutkunun dramatik öyküsüdür.Koruyucu aileler arasında sürüklenirken kendisini evlat edinen ailenin sevgi şemsiyesi aşağıda, yüreğinin yaraları iyileşen Julie Mathison, capcanlı bir genç kıza dönüşmüştür. Yaşadığı küçük Teksas kasabasında öğretmenlik yapmakta, kendisine koşulsuzca bahşedilen sevgiyi, sevgiyle geri ödemek ve hayalindeki 'kusursuz' hayata varmak için elinden geleni yapmaktadır.Ve... Bir gün Julie'nin hayatı, karısını öldürmekle suçlanan, Oscar ödüllü yönetmen/aktör Zachary Benedict'in hayatıyla kesişir... Teksas hapishanesinden kaçan Zack, genç kızı rehin alır ve Colarado tepelerine götürür. Julie korku içinde, ondan kaçıp kurtulmak içinde elinden geleni yapar; ama bu yakışıklı yabancıya umarsızca kapılmıştır ve beyninde, genç adamın masum olduğunu fısıldayan, bir türlü susturamadığı bir ses vardır...
Tersyüz
"Tersyüz bize modern yaşamın unutturduğu duyguları hatırlatıyor. Güzellik sadece üstünkörü olabilir fakat bu hikâye ta içinize işleyecek ve uzun süre aklınızdan çıkmayacak."
-A Love Affair With Books -
"Ara Sıra sizi neye uğradığınızı şaşırtan bir kitap okursunuz. Bu kitap benim için tamamiyle böyleydi. Bugüne dek okuduğum en zinde hikâyeydi ve bana inanın, fazla fazla fazla kitap okuyorum. " - Holly Kelly, Rising kitabının yazarı.-
"Hiçbir Çirkin, Ambrose dek yakışıklı, hiçbir Güzel de Fern kadar naif olmamıştı! Tersyüz sizi toplum yargılarının ötesine götürerek, yaralı ve genç kalplerin bir attığı bu duygusal hikâyeyle içine çekecek." -Romancekolik-
"Tersyüz, sevginin, arkadaşlığın, kaybetmenin ve hayata dair ikinci bir şansın, şehvetli, kalp burkan fakat aynı zamanda içinizi ısıtacak, basit kolay unutamayacağınız öyküsü."
-Tuğçe'nin Kitaplığı-
Ambrose Young okulun en cazibeli çocuğu ve kasabanın yıldız güreşçisiydi. uzun boylu ve yapılı bir vücudu, omuzlarına değen saçları ve yakıcı gözleriyle aşk romanlarının kapaklarını süsleyebilecek kadar yakışıklıydı. Fern Taylor bunun farkındaydı ve Ambrose Young'a âşıktı. Olur Ya de bu kadar yakışıklı olduğu için Fern asla onunla birlikte olabileceğini düşünmemişti. Ta ki her şey tersyüz olana ve Ambrose'un eski yakışıklılığından eser kalmayana dek… Tersyüz, beş genç adamın ufak bir kasabadan kalkıp savaşa gidişinin ve içlerinden yalnızca birinin geri dönüşünün hikâyesi... Hayatı, benliği, güzelliği kaybetmenin hikayesi... Bir kızın, harap bir çocuğa ve zarar görmüş bir savaşçının, sıradan bir kıza olan aşkının hikâyesi... Kalp kırıklığının üstesinden gelen bir arkadaşlığın ve tanıdık kalıpların dışına meydana çıkan bir kahramanın hikayesi... Tersyüz, hepimizin içinde birazcık iyiliğin azıcık da kötülüğün olduğunu keşfettiğimiz çağdaş çağın Güzel ve Çirkin'i...
Martin Eden
Martin Eden Kitabı Hakkında Genel Bilgiler
1909 yılında 33 yaşındayken yayınladığı bu roman Jack London’ın sanki biyografisi sayılabilir. Martin Eden’i yazdığında Vahşetin Çağrısı, Beyaz Diş ve Deniz Kurdu ile büyük galibiyet kazanmıştır. Fakat büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır. Ve denizlere açılmıştır. Burada yaşadığı sıkıntılar ona Martin Eden’i yazdırmıştır. Kitaptaki Ruth karakteri ise Jack London’ın birincil aşkı Mabel Applegarth’dir. Jack London da girdiği bir buhran sonucu Martin Eden'in sonuna aynı bir sonla intihar etmiştir.
Martin Eden Kitabının Konusu
''bir öpücük için ölmeye razı olan tanrının çılgın aşığı''. Bu deli aşık Martin Eden’dir. Vahşi saba, cahil, çalışmayı sevmeyen, aylak bir denizci ve çete kavgalarının baş rol oyuncusudur. Yakışıklı ve kadınların ne istediğini bildiği için çevresinde kadınlar hiç beceriksiz olmaz. Böyle bir insan yazan olabilir mi? En önemlisi de kendini eğiterek, aşık olduğu kadının gönlüne girmeyi başarabilir mi? Sınıfların belirli çizgilerle ayrıldığı bir zamanda ait olduğu daha aşağı sınıftan sıyrılarak üstteki sınıfa yalnızca entelektüel birikimi ile girebilir mi? Laf konusu Martin Eden ise…
Yazar elde etmek isteyen bir İnsan kitabı bitirdikten daha sonra bir defa daha düşünecektir.
Martin Eden Kitabının Özeti
Kaba saba, sadece dövüşmeyi ve kadınları yakışıklılığı ile etkilemeyi bilen Martin Eden bir barda üst tabakadan bir adamın dövüş sırasında hayatını kurtarır. Adam da Martin’i akşam yemeğine eğlence eder. Eve girdiğinde kocaman cüssesi yüzünden bir şeyleri devirmekten korkarak, oraya ait olmadığını her zerresine değin hissederek diken üstünde oturmaktadır Martin. Bu rahatsızlığına rağmen yeniden o evde görür hayatının aşkını. Onların fakat hayatlarını bitiren bir aşk olacaktır. Fakat Martin bunu anlayamayacak dek kör olmuştur aşkından. O anda kitapları görür: “Mektubu okuyan dostuna bakarken masanın üstündeki kitapları gördü. Açlıktan ölmekte olan bir adamın gözleri, gıda gördüğünde nasıl arzuyla dolarsa, gözlerinde öyle bir istek belirdi.”
Martin, Ruth’u etkilemenin data ve entelektüellik olduğunu anlar. Ama parası yoktur Martin’in. Kitap alıp okumadan nasıl bilgisini arttıracak? Nasıl Ruth’un kalbini çalacaktır? Ruth da ondan hoşlanıyordur bundan başka. Martin Eden cevabı kütüphaneye gitmekte bulur. Parası yoksa kütüphaneler vardır sonuçta. Orada eline ilk geçen, birincil dikkatini çeken kitabı alır ve okumaya başlar. O bir geometri kitabıdır.
Süre ilerledikçe öğrenmeye açlığı artar Martin’in. Ruth ile de yakınlaşmaya başlarlar. Ruth onun eğitimli olmasını ister. Martin okula yazılır. Ruth onun daha akıllı olmasını ister Martin daha çok kitap okur, araştırır. Kızın ailesinin sınıfına çıkamaz ve onlar tarafından tam bir kabullenme olmaz Martin’e aleyhinde. Ruth Martin’den çalışmasını ister. Bunu sağlamak için aşkını kullanır ama bunda başarılı olamaz. Martin bütün okumalarının sonucu çalışmanın ona uygun olmadığını, çalışmanın bir cins esaret olduğunu savunur. Lakin elindeki parası da gitgide artarak tükeniyordur Martin’in.
Bundan Böyle yazan almak ister. Öteki yazarların yazdıklarını okur ve çok basit ve derinliksiz bulur. “ Yaşam böylece değişik, o derece harikuladeyken, sürü sürü problemlerle, rüyalarla, mertlik isteyen güçlüklerle doluyken, bu öyküler sadece bayağı şeyleri anlatıyordu. Hayatın şiddetini ve baskısını hissetti; hayattaki hummayı, ter döküp didinmeleri, barbar isyanları… işte bunlardı yazılması gereken şeyler!”
Ardından kendisi hayatın en kuvvet koşullarını, en amansız durumlarını hikayelerinde yansıtır. Hikayelerini bir çok dergiye gönderir. hemen hemen hepsinden de ret mektubu alır. Editörler yarı bir makinenin dişlileriymiş gibi Martin’in ruhunu, hikayelerini, inancını kemirirler. yine de kendine olan inancını kaybetmez Martin. Ruth’dan zaman ister. Birazcık süre. Her şeyi yoluna koyacaktır, yazarlığı başaracak, para kazanacak ve evleneceklerdir.
Martin fazla az uyuyordur, çok eksik yiyordur, yalnızca okuyor ve yazıyordur. Sağlığı da ruhsal durumu da artan bir şekilde zayıflıyordur. Dergilerden gelen ret mektuplarından bir yığın olmuştur odasında: “İsterse on bir değil iki defa on bir sene sürsün. Burada duramazsın. Devam etken gerek. Bu kavganı sonsuza dek devam etmek zorundasın biliyorsun.”
Adamakıllı parasız kaldıktan daha sonra Martin bir çamaşırhanede çalışmak zorunda kalır. Fazla fazla çalışıyordur. Bu sürede okuyamıyor ve yazamıyordur da. Bu onun ruhuna ıstırap verir. Bu işte de kalamaz. Ve biraz para biriktirdikten sonra ayrılır.
Çamaşırhaneden ayrıldıktan sonra Martin uzunca bir vakit hiçbir şey yapamaz.. Bol bol dinlenir. Hafif şeyler okur. Yeterince dinlenince birincil fırsatta para için denize açılacaktır baştan. Editörlerle girişeceği yeni savaşında paraya çok ihtiyacı olacaktır. Ruth bunları duymaktan dolayı hayal kırıklığına uğrar yeniden. Martin’i anlamıyordur ve hiç anlayamayacaktır:”Ben sevdiğim ve hürmet duyduğum adamı, bazı saçma şiirler ya da şakalar yazarı olmaktan fazla, daha temiz, daha yüksek bir kişi görmek isterdim.”
Martin bu yazma sevdası yüzünden kendini iyice tüketir, özlem ve hastalıktan kıvrandığı bir zaman bir dergiden hikayesinin yayınlanması karşılığından kırk dolar ödeneceğini belirten bir mektup kazanç. Bu mektup ona yaşam enerjisi vermiştir ve savaşına kaldığı yerden devam edecektir. Martin aç gözlü, para düşkünü, basmakalıp bir insan değildir lakin bu kırk dolar ona paradan daha fazla anlam ifade ediyordur.
Bir zaman sonra tekrar rahat zamanlara girer. Dergilerde çeper zor yayınlanan hikayelerinin de parasını alamıyor oluşu ayrıca ruhsal hem sinirsel bir sarsıntı yaşatmıştır ona. Ruth ve ailesi de Martin’i henüz kabul edememiştir. Siyasi fikirleri yüzünden kesintisiz sürtüşmeler yaşıyorlardır.
“Senden tek istediğim beni sevmen ve aşka inanman. Benim içimde beni yazmaya zorlayan şeyle, senin aşkını doğuran şey benzer.” Der Martin Ruth’a.
Bu zorlama zamanlar içinde Martin, Brissenden adında birisi ile tanışır. Tüm dünya ona sırt çevirirken onu bir tek anlayan o olmuştur. Verem olan Brissenden’in fazla zamanı kalmamıştır fakat Martin ile dostlukları gün geçtikçe güçleniyordur. Birlikte sanat, edebiyat, biyoloji… gibi bir çok konuda tartışmaları, muhabbetleri hiç bitmez. Brissenden Martin’in minik ve yoksul odasına ziyarete geldiği bir sırada bir hikayesini okur ve fazla beğenir. Lakin bu hikayesi Martin’in tuttuğu kayıtlara göre yirmi yedi dergiden geri gönderilmiştir. Bunu duyan Brissenden öksürüğü izin verseydi uzun bir kahkaha atacaktı.
Bir süre sonra Brissenden, hastalığının acısına dayanamayarak intihar eder. Bu Martin’i çok fazla etkiler ve yıpratır. Artık onun da yaşamaya ve uğraşmaya gücü kalmamıştır. Bu sefer de şansı geri dönmüştür. Bütün pes ettiği süre dönmüştür lakin fazla geçtir artık Martin için. Hikayeleri peşpeşe yayınlanır ve peşpeşe ödemeler, çekler kazanç. Fakat paraları borçlarını ödedikten sonra kendine harcamaz Martin. Ölen dostu Brissenden’in avukatına, birazını kız kardeşine, birazını uzun süre odasında kaldığı konut sahibesine, birazını çamaşırhanede birlikte çalıştığı arkadaşına... verir.
Artık ismi günden güne yayılıyordur. Yazıları çok ses getiriyordur. Fakat Martin’in eski yaşam enerjisi ve ricası yoktur. Aksine tanınmaya başlayınca önceleri yüzüne bile bakmayan, onu alaycı kişiler ona yaklaşmaya ve dost olmaya çalışırlar. Bu Martin’in midesini daha çok bulandırır. Ruth bile ona geri dönmeyi istiyordur baştan. Ruth’un ailesi bile onu yemeğe gösteri eder. Bir Zamanlar sürekli tartıştığı ve ona küçümser bakan yargıç, kız kardeşinin eşi, fakat zamanında evinde kalmasına müsade vermemişti… cümbür cemaat onu yemeğe ağırlama ediyor veya onunla ahbap olmak istiyordur. O ise gitgide artarak daha fazla uzaklaşıyordur insanlardan. Herkesten, kendinden bile:” Bu dairenin merkezini de "iş bitti", cümleciği oluşturuyordu. Amansız mantık geçitlerinde zihnine at koş-tura koştura, kendisinin bir hiç olduğu sonucuna vardı. Gerçek olan serseri Martin Eden, denizci Mart Eden'di; lakin ünlü yazar Martin Eden diye biri yoktu. Meşhur yazan Martin Eden, sürü kafasının yaratıp da, denizci ve serseri Mart Eden'in bedenine zor kullanarak soktuğu bir buhardı. Ama bu, onu kandıramazdı. Sürünün tapındığı, yemekler adadığı güneş tanrısı kendisi değildi. O, dersini almıştı. Kendisinden söz eden dergileri okudu. Bu dergilerde yayımlanan kendi portreleri üzerinde derin düşüncelere daldı. Öyle oldu ama, bu portrelerde kendini bulamaz ayla geldi. O yaşayan, coşku çekmiş, aşık olmuş bir adamdı; yumuşak başlı, insan hayatının zaaflarını güzel gören bir adam; baş kasaralarda hizmet görmüş, garip diyarlarda dolaşmış ve ağız dalaşı ettiği o eski günlerde çetesine elebaşılık etmiş bir adam. O, kütüphanedeki binlerce kitapla birincil karşılaşmasında sersemleyip daha sonra bunlar arasında yolunu bularak, kitapları yenmiş bir adam; geceleri durup dinlenmeksizin çalışıp sırtında bir mahmuzla yatağa girmiş, kendisi de kitaplar yazmış bir adamdı. Fakat o, bir tek şey değildi; tüm sürünün doyurmaya savaştığı büyük şey değildi o.”
Martin’i denizler çağırıyordur. “Iş bitti” diye tekrarlıyordur içinden bir ses sıklıkla. Hareket zamanı geldiğinde gemiye biner. Orada da kendini meşgul edecek, ona hareket getirecek bir şey arar son bir uğraş ile lakin bulamaz: “Hayat acı veren bir takâtsizlik halini alınca, bütün bu yorgunluğu sonsuz uyku içinde dinlendirmek için vefat hazırdı. Peki daha ne bekliyordu? Tam zamanıydı işte. Vakti yoktu. Vefat Etmek için sabırsızlanıyordu.”
Kendini denize atınca Martin bir lahza istemsiz hareket olarak nefes alma ihtiyacından nedeniyle kendine fazla kızar. Hala içinde yaşama hırsı kırıntısı olduğunu görür görmez şaşırır. Lakin sonra kendini ayrıntılarıyla bırakır sulara, öyle olmasını istediği gibi: “Yeni bir cennet bulamamıştı kendine, şimdi ise kaybettiği eski cenneti de bulamıyordu.”
Dipsiz karanlık her yanını sarmıştı artık. Martin Eden aradığı cenneti bulmaya gitmiştir.
Cennet
Bancroft mağaza zincirinin mirasçısı Meredith, babasının baskıcı dünya görüşü nedeniyle yalnız ve mutsuz bir çocukluk geçirmiştir. On sekiz yaşındayken hayatına giren Matt, deneyimsiz genç kızın dünyasını aşkla donatır. İki genç de ışığa kavuşmak için ölümü göze alan pervaneler gibi kendilerini aşk ateşine atarlar. Ama yürek parçalayıcı rastlantılar ve Philip Bancroft'un korkularından kaynaklanan tutuculuğu her şeyi aksine çevirir. Aşk her iki genç için de üzerine perde çekilip unutulması gereken bir duyguya dönüşür. Yıllar daha sonra her tarafta karşılaşıncaya değin... Lakin yıllar öyle fazla şeyi değiştirmiş, ikisinin de önünde başka ufuklar açmıştır...
Limon Yapraklarının Kokusu
Dikkat: Bu kitap yıkıcı bir derinlik barındırmaktadır.
Otuz yaşındaki Sandra, erkek arkadaşından ve işinden ayrıldıktan sonradan Costa Blanca'daki bir köye sığınır. Hayatına yeni bir yön devretmek ister ve bunu nasıl yapacağına karar vermelidir. Norveçli yaşlı bir çift olan Karin ve Fredrik'le dost olur; bu şirin ikili Sandra için hiç sahip olmadığı büyükanne ve büyükbabası haline kazanç. Fakat Nazi toplama kamplarından sağ kurtulmuş eksik sayıda kişiden biri olan Julián'la tanıştığında her şeyin göründüğü gibi olmadığını anlar ve gerçeği bulmak için güvenli olmayan bir maceraya atılır.
İspanya'nın en başarılı yazarlarından birinin yazdığı, zekice örülmüş kurgusu ve tırnak yediren temposuyla Limon Yapraklarının Kokusu hem bir kadının kendini bulması keza de rahat kalmış tarihsel gerçeklerin gün ışığına çıkarılması öyküsü.
"Bir çay gibi akan bir hikâye. Kitabın her sayfasına işlemiş olan tereddüd ve dehşet yüzünden elinizden bırakmadan okuyacaksınız."
Abc
"Uzun vakit bakımlı kalmış dehşeti ortaya çıkaracak ve sizi yüreğinizden sarsacak bir kitap."
El Mundo
"İntikam ve nefret ve bununla birlikte da arkadaşlık ve sevgi hakkında bir roman. Ruhunuza dokunacak." Qué Leer
"Keza bir macera hem de bir aşk romanı. Aklınızın ucundan bile geçmeyecek sonu ve canlı anlatımıyla bir kitap."
We Love This Book Magazine
"Fantastik bir kitap… Sırlarla batmış karanlık bir anlatı. Samimi ve realist çizilmiş karakterleri ve kendinizi kaptırdığınız bir olay örgüsü var. Bu kitabı ve sürpriz sonunu uzun vakit unutacağımı sanmıyorum."
York Press
"Doğaüstü bir roman."
El Pais
Clara Sánchez herkesi kafa karıştırıcı ve vicdanları başaşağı eden bir yazar. Limon Yapraklarının Kokusu romanında bir aşk, cesaret, kabahat ve umut öyküsü anlatıyor. koskocoman galibiyet kazanmış bu benzersiz yayın olayının ruhunuzdaki etkisi sonsuza dek geçmeyecek...
İspanyollar son zamanlarda gerek edebiyat konusunda gerek sinema konusunda hoş bir çıkış yakaladılar ve bunu devam ettiriyorlar.
İspanyol yazan Clara Sanchez de çok iyi bir aşk romanına imza atmış ve okurlarını içinde aşkı ve korkuyu barındıran bir maceranın içinde sürüklemiş.
Otuzlu yaşlara gelmiş bir kadın ayrıca işini ayrıca de sevgilisini aynı anda kaybedince yeni bir hayata başlamayı amaçlar ve karşısına ihtiyar bir çift çıkar. Ilk ilk önce onları sığınacak bir liman gibi görebilen kadın Nazi kamplarında hayatta kalmayı başarmış biri ile tanışınca işler bir anda değişir. Çevresindekilerin göründüğü gibi olmadığını anlayan kadın gerçeğin peşinden gider ve kendini bir anda tehlikeli bir maceranın içinde bulur.
Limon Yapraklarının Kokusu kitabı okurlara ayrıca hoş bir aşk hikayesi keza de gerilim dolu bir macera sunuyor. Kitabın akıcı içeriği sizi sürüklüyor ve kitabı elden bırakmakta zorlanıyorsunuz. Yaklaşık 400 sayfalık kitap bir kerede bitirilebilecek kitaplar listesinde olmaya namzet.
Uyarı! Aşk Çıkabilir
Birbirlerinden nefret edilen şey eden iki insandı onlar Lakin evlendiler! Uslanmaz bir asosyal olan İlkim'in hayatındaki tek kasıt başarılı bir bilim kadını olmaktır. Onun modayla, makyajla işi yoktur ve gözlüğünün arkasından dünyada ders notlarıyla mutludur. Evlenmek için hayallerinin profesörünü beklerken, karşısına güvenli olmayan, barbar, bilimden anlamayan, öfkeli bir işadamı çıkar. Martin Turner Bu Amerikalı adamla asla evlenmemesi gerektiğini bilse de, harikulade kariyerinin anahtarının onun ellerinde olması işleri rayından çıkaracaktır. Genç kız, birincil andan beri koşarak firar etmek istediği bu yakışıklı ve karanlık adama, hayatının bütün ideallerini çiğneyerek tutkuyla çekilirken, ilk kez gerçek bir kadın gibi hissetmeye başlar.Ve genç adam, bakımlı çıkarları uğruna evlendiği bu kızı Amerika'ya götürdüğü gün ondan kurtulma planları yaparken, sessiz karısı hayatının merkezine yerleşir. Aşk, nefreti gölgesi gibi takip ederken, bu nefretten bir aşk doğabilir mi? Peki ya sırlar açığa çıktığında reel aşk yalanlara direnebilir mi?
Lüsyen
Atatürk, dans etti Lüsyen'le Tevfik Fikret ona edebiyat dersi verdi. İnönü, evlerinde satranç oynadı. Nazım Hikmet, sofralarında yemek yemek yedi. Kimler yok oysa, bu belgeli romanın sayfaları arasında: Mehmet Akif'ten Victor Hugo'ya, Damat Ferid'den Oscar Wilde'a, Yahya Kemal'den Hindenburg'a, Necip Fazıl'dan, Karındeşen Jack'e, Abdülmecid'ten Namık Kemal'e, Sultan Reşad'dan Talat Paşa'ya Geçen asrın en meşhur portreleri... Ve onların arasında bir çağ yangınının bütün ortasında yaşanmış harika bir aşk hikâyesi....
17 Eylül 2016 Cumartesi
Aşk Gibi Aydınlık Vefat Gibi Karanlık
Aşka en fazla çaresizlerin mi ihtiyacı vardır?İki çaresiz, yalnız, yetkisiz ve kırgın yürek aynı topraktan olmalarına rağmen yazgılarına yenik düşüp, farklı cephelerde yer alır. Baz devletin derinliklerinde, yalancı bir geçmişle beslenmiş bir komutan, Kevok, üniversiteyi bırakıp sevdiğinin ardı sıra dağları mekan tutan idealist bir genç kız. Ve bununla beraber akıp giden, bir halkın makus talihi ve gelecek işaretleri. Yazgıları, onları en umulmadık zamanda buluşturup ölüme yolcu eder.
Elit
Sarayda 6 kız... Savaş kızışıyor.
"Babamdan gelen mektubu ellerimde tuttum.
Aspen'in prenses olamayacağımdan emin oluşu aklıma geldi.
Insanlar oylamasında en sonuncu olduğumu hatırladım.
Maxon'ın haftanın birincil günlerinde verdiği şifreli sözü düşündüm...
Gözlerimi yumdum ve kendimi yokladım.
Bunu sahiden yapabilir miydim?
Illéa'nın yeni prensesi olabilir miydim?
"Saraya 35 kız girmişti, şu anda 6 kız var.
Ve artık Elitler Prens Maxon'ın aşkını kazanmaya çok daha kararlı.
Zaman America'nın aleyhine işliyor. Biran önce karar vermeli.
Çocukluğundan beri birlikte gelecek hayalleri kurduğu Muhafız Aspen mi?
Yahut nefes kesici romantizmiyle başını döndüren Prens Maxon mı?
Kimi seçerse seçsin, aklı diğerinde kalacak.
Ve Asi Kuzeyliler bu peri masalının mutlu sona ulaşmaması için ellerinden geleni yapacak.
Eğer Yaşarsam
Bayağı bir günde...On yedi yaşındaki Mia, bir genç kızın isteyebileceği her şeye sahiptir: sevgi batmış bir aile, ona âşık bir erkek dost, müzik ve olasılıklarla dolu aydınlık bir gelecek...... bir saniyede her şey değişir...Bir sabah ailesiyle yolculuğa meydana çıkan Mia'nın hayatı bir anda tepetaklak olur. Kendini, kaza geçirdikleri arabanın enkazından zarar görmüş bedeninin çıkarılışını izlerken bulan genç kız, parçaları ağır ağır birleştirince neler kaybettiğinin ve geride bıraktıklarının farkına varacaktır. Yaşam ve ölüm, mutlu bir geçmiş ve bilinmezliklerle batmış bir gelecek arasındaki ince çizgide yürüyen Mia, bir günde hayatının en kayda değer seçimini gerçekleştirmek zorunda kalacaktır.Eğer Yaşarsam, aşkın gücünün, ailenin reel anlamının ve yaptığımız seçimlerin yürek parçalayıcı hikâyesi..."Fazlasıyla yürek parçalayıcı." -Publisher Weekly-"Okuyucuyu benzer anda ayrıca hüzünledirip keza de umutlandıracak, acıklı ve düşündürücü bir roman." -Romantic Times-"Kalp burkan, mükemmel bir hikâye." -NPR's The Roundtable-"Acımasız ve güzel. Bu düşündürücü hikâye, kitabı bitirdikten sonradan uzun süre aklınızdan çıkmayacak." -School Library Journal-"Gençlerin yanı sıra yetişkinler de Forman'ın bu müthiş romanına bayılacak." -VOYA-"Hazin, mükemmel yazılı bir hikâye. Sizi şüphesiz ağlatacak." -San Jose Mercury News-"Şahane bir roman." -Los Angeles Times-"Güzel bir roman" Forman, unutulmaz karakterler yaratıp kalbimize dokunan ve gözlerimizi dolduran akıcı kitaplar yazmakta sanatçı."-Buffalo News-"Mükemmel yazılı." -Entertainment Weekly-"Eğer Yaşarsam, aşk ve trajediyle doymuş." -Sacramento Bee-(Tanııtm Bülteninden)
KİTABIN ILK BÖLÜMÜNDEN:
07:09
Cümbür Cemaat kar yüzünden olduğunu düşünüyordu. Sahiden bu, bir bakıma dürüst sayılırdı.
Bu sabahtan uyandığımda ön bahçedeki çimenliğin ince beyaz bir battaniye gibi kaplandığını gördüm. İki santim kalınlığında bile değildi lakin Oregon’un bu bölgesinde kar, hafif serpiş tirşe bile kasabadaki tek kar küreme makinesi yolları açmakla meşgulken hayat dururdu. Gökyüzünden sulu kar halinde damlalar düşüyordu.
Okulları tatil etmeye yetecek kadar yağıyordu. Tatil olduğunu annemin radyosundan duyan ufak kardeşim Teddy, savaş şampiyon yerliler gibi zafer çığlıkları atmaya başladı. “Kar tatili!” diye bağırdı. “Baba, haydi çıkıp kardan adam yapalım.”
Babam gülümseyip piposunu doldurdu. 1950’li yıllarda Father Knows Best’in’ (Babam En İyisini Bilir) popüler olduğu dönemdeki gibi pipo içiyordu. Keza papyon takıyordu. Tüm bunların, kendi tarzı mı yahut alaycılık mı olduğuna belli otamıyordum. Babam ya eskiden punk’çı olduğunu lakin bundan böyle ortaokulda İngilizce öğretmenliği yaptığını kullanmak istiyordu veya hoca olduktan sonradan eskiye dönüş yaptığını. Lakin pipo kokusunu seviyordum. Tatlı ve dumanlı; bana kış mevsimini ve odun sobalarını hatırlatıyordu.
“Deneyebilirsin,” dedi babam Teddy’ye. “Lakin kar dürüst düzgün tutmadı. Olur Ya de kardan amip yapmayı düşünmelisin.”
Babamın mutlu olduğu her halinden belliydi. Sonuçta yerdeki iki santim kalınlığındaki kar, benim gittiğim lisenin ve babamın çalıştığı ortaokulun da tatil edildiği anlamına geliyordu fakat bu babam için de umulmadık bir sürpriz olmuştu. Bir yolculuk acentesinde çalışan annem ise radyoyu kapatıp ikinci fincan kahvesini doldurdu. “Madem bugün hepiniz okulu asıyorsunuz, ben de işe gitmem. Hiç doğru bir fikir yok.” Iş yerini arayıp gelmeyeceğini haber verdi ve konuşması bittiğinde bize dönüp, Kahvaltı hazırlayayım mı?” diye sordu.
Babamla benzer anda kahkaha attık. Annemin kahvaltı anlayışı genellikle mısır gevreği ya da tost ve kahveden oluşurdu. Ailenin aşçısı babamdı. Annem bizim gülüşümüzü duymamış gibi yaparak rafta duran hazırlanmış karışım paketine uzandı. “Lütfen. Bunu yerine getirmek ne değin şiddet olabilir fakat? Kim pancake istiyor?”
“Ben! Ben!” diye bağırdı Teddy. “îçine çikolata parçacıkları da koyabilir miyiz?”
“Niçin olmasın,” diye yanıt verdi annem.
“Oley” diye çığlık attı Teddy, kollarını havada sallayarak. “Sabahleyin sabahleyin ne değin enerjiksin,” diye takılıp anneme döndüm. “Ola Ki de Teddy’nin bu değin fazla kahve içmesine müsade vermemelisin.”
“Ona kafeinsiz kahve vermeye başladım,” dedi annem. “Zaten allah vergisi hareketli.”
“Bana da kafeinsiz kahve içirme de.”
“Bu, çocuk istismarı olurdu,” dedi babam.
Annem bana üzerinden dumanlar meydana çıkan bir kupa kahve ile gazete uzattı.
“Burada senin genç adamın güzel bir resmi var.” “Fiilen mi? Devlete Ait mi var?”
“Evet. Yazdan beri içten sürükleyici göremedik,” dedi annem, kaşlarını kaldırmış göz ucuyla imalı bir şekilde bana bakıyor, yüz ifâdemden ruhumu okumaya çalışıyordu.
“Biliyorum,” dedim ve farkında olan olmadan derin bir iç çektim. Adam’ın Shooting Star adında bir müzik grubu vardı ve son dönemde çok popüler olmuşlardı.
“Ah, şöhret, gençliği nafile harcamaktır,” dedi babam gülümseyerek Onun da Adam için heyecanlandığını, hatta onunla gurur duyduğunu biliyordum.
Gazetenin sayfalarım çabuk çevirip magazin kısmına geldim, Shooting Star’la ilgili minik bir fotoğraf ve kısacık bir haber vardı. Resimde grubun dört üyesi bir aradaydı lakin onun derhal yanına meşhur grup Bikini hakkında uzun bir haberle birlikte grubun solisti punk-rock divasi Brooke Vega’nın büyükçe ebatta bir devlete ait de yer alıyordu. Haberde yerel grup Shooting Star’ın, Bikini’nin ulusal turnesinin Portland ayağında ön grup olarak sahneye çıkacağı yazıyordu, önceki gece Shooting Star’ın Seatde’da bir kulüpte çıktığından ve bilederin değil sattığındansa bahsetmiyordu.
“Bu akşam dışarı çıkacak mısın?” diye sordu babam, “böylece planlamıştım. Natürel eğer kar yüzünden kasabadaki her yer kapanmazsa.”
“Oldukça şiddetli bir kar fırtınası yaklaşıyor,” dedi babam, yere düşen tek kar tanesini göstererek.
“bununla beraber Profesör Christie’nin üniversiteden ayarladığı bir piyanistle buluşup prova yapacaktım. Profesör Chrisrie üniversiteden emekli olmuş bir müzik öğretmeniydi ve sürekli benimle çalacak bir kurban arayışı içindeydi. “Sürekli pratik yapmalısın ama Juilliard’lı züppelere bu iş nasıl yapılırmış gösterebilesin,” derdi bana.
Henüz Juilliard’a kabul edilmemiştim ama sınavım iyi geçmişti. Bach süiti ve Shostakovich’i daha önce hiç çalmadığım dek güzel çalmıştım, parmaklarım teller üzerinde uçarcasına gidip gelmişti. Çalmayı bitirdiğimde, soluk soluğa kamıştım ve bacaklarım titriyordu. Bir jüri üyesi hafifçe alkışlamıştı ancak bunun fazla sık olmadığım düşünmüştüm. Benzer jüri, ben sahneden inerken, uzun zamandan beri okulda bu dek yetenekli “Oregon’Iu bir kasaba kızını” görmediklerini söylemişti. Profesör Christie belirli kabul edildiğimi söylüyordu. Bunun dürüst olduğundan belirli değildim. Doğru olmasını istediğimden de bütünüyle belirlenmiş değildim. Tıpatıp Shooting Star’ın önlenemez yükselişi gibi, Juilliard’a kabul edilişim de -natürel eğer olursa- kesin zorlukları beraberinde getirecekti ya da daha açık konuşmak gerekirse son aylarda zaten var olan sorunları artıracaktı.
“Ben birazcık daha kahve alacağım, isteyen var mı?” diye sordu annem eski model filtreli makineyi bana doğru uzatarak.
Hepimizin tercihi olan zengin aromalı, siyah, yağlı Fransız kahvesinin kokusunu içime çektim. Sadece kokusu bile beni canlandırmaya yetiyordu. “Ben yatağa dönmeyi düşünüyorum,” dedim. “Çellom okulda kaldı, pratik de yapamayacağım.”
“Yirmi dört saat baştan başa pratik yapmayacak mısın? Lütfen kalbim sakin ol,” dedi annem. Yıllar geçtikçe klasik müzikten az da olsa lezzet almaya başlamıştı -bu ‘fena kokulu peynire alışmak gibiydi’- benim uzun provalarımı pek istekli bir şekilde dinlemezdi.
O sırada yukarıdan bir gümbürtü duyduk. Teddy eskiden babama dit olan bateriyi çalıyordu. Babamın, plakçı dükkânında çalışıp sadece kendi kasabasında tanınan ve diğer hiçbir yerde adı bilinmez bir grupta çaldığı zamandan kalmaydı.
Babam, Teddy'nin yaptığı gürültüyü hoş görerek şen bir şekilde gülümseyince, içimde aşina olduğum o sanayi hissettim. Bunun aptalca olduğunu biliyordum fakat rock müziği seçim etmediğim için hayal kırıklığı yaşayıp yaşamadığını merak ediyordum. Denemiştim lakin sonra üçüncü sınıftayken müzik dersinde çelloyu seçmiştim; nedense kendime yakın bulmuştum. Benzeri çaldığımda bana sırlarını verecekmiş gibi gelmişti, o yüzden büyük bir istekle çalmaya başlamıştım. Yaklaşık Olarak on sene oldu ve hiç vazgeçmedim.
“Bu gürültüde nasıl uyuyacaksın!” diye bağırdı annem, Teddy'nin gürültüsünü bastırmaya çalışarak.
“Karlar erimeye başladı bile,” dedi babam ve piposunu tüttürdü. Arkadaki kapıdan dışarı baktım. Güneş bulutların arasından yüzünü göstermişti, karların eridiğini görebiliyordum. Kapıyı kapatıp masaya geri döndüm.
“Kasaba durumu birazcık abarttı,’’ dedim.
“Ola Ki de. Fakat mektep tatilini iptal edemezler. Laf ağızdan çıku bir kere ve şimdiden meslek yerimi arayıp bir jurnal müsade istedim,” dedi annem.
“Bu umulmadık fırsatı değerlendirip bir yerlere gidebiliriz,” dedi babam. “Arabaya adayıp Henry ve Willow’u ziyaret edebiliriz.” Henry ve Willow, annem ile babamın eski arkadaşlarıydı; çocukları olunca artık birer erişkin gibi davranmaya karar vermişlerdi. Büyük bir çiftlik evinde yaşıyorlardı. Henry ahırdan bozma ofisinde kendi işiyle uğraşıyor, Willow da yakındaki bir hastanede çalışıyordu. Bir kızları vardı. Zaten annem ve babamın onlara gitmek istemelerinin ana sebebi bebeği görmekti. Teddy sekiz yaşına basmıştı, bense on yediydim; bu da artık bizim süt kokmadığımız ve bebeksi kokumuzla ebeveynlerimizi mest etme yaşını şimdiden geride bıraktığımız anlamına geliyordu.
“Dönüşte de Book Barn’a uğrarız,” dedi annem, beni baştan çıkarmak istercesine. Book Barn, koskocoman ve ikinci el kitapların bulunduğu bir kitabevi dükkânıydı. Bilhassa arka kısmında, yirmi beş sent gibi bir fiyata, muhtemelen sadece benim aldığım herzamanki müzik plakları satılıyordu.
Onları yatağımın alanda saklıyordum. Herzamanki müzik plaldan toplamak, genel olarak övgüyle söz edilip herkese duyurulacak garip bir koleksiyon değildi.
Onları Adam’a gösterdiğimde çıkmaya başlayalı beş ay olmuştu. Kahkahayla güleceğini sanmıştım. Bol pantolon, siyah Convrne, punk-rock tara eskimiş tişört giyen ve acayip dövmeleri olan havalı biriydi. Elbette benim gibi biriyle birlikte olacak bir eıkek değildi. başlangıçta iki yıl önce okulun müzik stüdyosunda beni izlediğini gördüğümde benimle dalga geçtiğini düşünüp ondan kaçmıştım. Ama halime gülmemişti. sonra öğrendim ama onun da yatağının alanda punk-rock tarzı bir yığın plaklığı varmış.
“Ola Ki sonradan da erken bir akşam yemeği için büyükanne ile büyükbabaya uğrarız,” dedi babam, ardındaki telefona uzandı ve numarayı çevirirken, “Pordland’a gitmek için yeterince zamanın olacak,” diye ekledi.
“Ben varım,” dedim. Bunu, Book Barn beni cezbettiği için ya da Adam’ın turda olması ve en yakın arkadaşım Kim in de yıllıkları hazırlamakla meşgul olması yüzünden söylememiştim. Çellom okulda kaldığından, evde kalıp televizyon izlemeyi ya da uyumayı da seçim edebilirdim. Fakat ailemle elde etmek istiyordum. Kendinizden bahsederken insanlara bunu da söylemezdiniz ama Adam bu konuda da beni anlıyordu. “Teddy,” diye seslendi babam. Hadi giyin. Macera dolu bir gün bizi bekliyor.
Bunun üstüne Teddy solosunu çembaloyla bitirip bir dakika sonra giyinmiş halde mutfağın kapısında belirdi. Güya merdivenlerden inerken giyinmişti. “Yazın okullar tatil olur…” diye şarkı söylüyordu.
“Alice Cooper mı?” diye sordu babam. “Bizim bir takım standartlarımız var. Hiç değilse Ramones söyle?”
“Okullar sonsuza dek tatil…” Teddy babamın itirazlarına karşın şarkıyı söylemeye devam etti.
“her zaman iyimser,” dedim.
Annem bir kahkaha atıp hafif yanmış pancake’leri masaya koydu. “Hadi, yiyin bakalım.”
08:17
Teddy doğduğunda büyükannemin bize verdiği eski, Buick marka arabamıza bindik. Annemle babam benim kullanmamı önerdiler ama istemedim. Babam direksiyona geçti. Bundan Böyle araba kullanmayı seviyordu. Oysaki yıllardan beri sürücü ehliyeti almamakta direnmiş, her yere bisikletiyle gidebileceğinde ısrar etmişti. Grupta, çaldığı yıllarda, konsere bile bisikletiyle gidiyordu. Arkadaşları ona gözlerini deviriyorlardı. Annemse daha fazlasını yapmıştı. Babamın kafasını ütülemiş, tatlı…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)