17 Eylül 2016 Cumartesi

Eğer Yaşarsam


Bayağı bir günde...On yedi yaşındaki Mia, bir genç kızın isteyebileceği her şeye sahiptir: sevgi batmış bir aile, ona âşık bir erkek dost, müzik ve olasılıklarla dolu aydınlık bir gelecek...... bir saniyede her şey değişir...Bir sabah ailesiyle yolculuğa meydana çıkan Mia'nın hayatı bir anda tepetaklak olur. Kendini, kaza geçirdikleri arabanın enkazından zarar görmüş bedeninin çıkarılışını izlerken bulan genç kız, parçaları ağır ağır birleştirince neler kaybettiğinin ve geride bıraktıklarının farkına varacaktır. Yaşam ve ölüm, mutlu bir geçmiş ve bilinmezliklerle batmış bir gelecek arasındaki ince çizgide yürüyen Mia, bir günde hayatının en kayda değer seçimini gerçekleştirmek zorunda kalacaktır.Eğer Yaşarsam, aşkın gücünün, ailenin reel anlamının ve yaptığımız seçimlerin yürek parçalayıcı hikâyesi..."Fazlasıyla yürek parçalayıcı." -Publisher Weekly-"Okuyucuyu benzer anda ayrıca hüzünledirip keza de umutlandıracak, acıklı ve düşündürücü bir roman." -Romantic Times-"Kalp burkan, mükemmel bir hikâye." -NPR's The Roundtable-"Acımasız ve güzel. Bu düşündürücü hikâye, kitabı bitirdikten sonradan uzun süre aklınızdan çıkmayacak." -School Library Journal-"Gençlerin yanı sıra yetişkinler de Forman'ın bu müthiş romanına bayılacak." -VOYA-"Hazin, mükemmel yazılı bir hikâye. Sizi şüphesiz ağlatacak." -San Jose Mercury News-"Şahane bir roman." -Los Angeles Times-"Güzel bir roman" Forman, unutulmaz karakterler yaratıp kalbimize dokunan ve gözlerimizi dolduran akıcı kitaplar yazmakta sanatçı."-Buffalo News-"Mükemmel yazılı." -Entertainment Weekly-"Eğer Yaşarsam, aşk ve trajediyle doymuş." -Sacramento Bee-(Tanııtm Bülteninden)

KİTABIN ILK BÖLÜMÜNDEN:

07:09
Cümbür Cemaat kar yüzünden olduğunu düşünüyordu. Sahiden bu, bir bakıma dürüst sayılırdı.
Bu sabahtan uyandığımda ön bahçedeki çimenliğin ince beyaz bir battaniye gibi kaplandığını gördüm. İki santim kalınlığında bile değildi lakin Oregon’un bu bölgesinde kar, hafif serpiş tirşe bile kasabadaki tek kar küreme makinesi yolları açmakla meşgulken hayat dururdu. Gökyüzünden sulu kar halinde damlalar düşüyordu.
Okulları tatil etmeye yetecek kadar yağıyordu. Tatil olduğunu annemin radyosundan duyan ufak kardeşim Teddy, savaş şampiyon yerliler gibi zafer çığlıkları atmaya başladı. “Kar tatili!” diye bağırdı. “Baba, haydi çıkıp kardan adam yapalım.”
Babam gülümseyip piposunu doldurdu. 1950’li yıllarda Father Knows Best’in’ (Babam En İyisini Bilir) popüler olduğu dönemdeki gibi pipo içiyordu. Keza papyon ta­kıyordu. Tüm bunların, kendi tarzı mı yahut alaycılık mı olduğuna belli otamıyordum. Babam ya eskiden punk’çı olduğunu lakin bundan böyle ortaokulda İngilizce öğretmenliği yap­tığını kullanmak istiyordu veya hoca olduktan sonradan eskiye dönüş yaptığını. Lakin pipo kokusunu seviyordum. Tatlı ve dumanlı; bana kış mevsimini ve odun sobalarını hatırlatıyordu.
“Deneyebilirsin,” dedi babam Teddy’ye. “Lakin kar dürüst düzgün tutmadı. Olur Ya de kardan amip yapmayı düşünmelisin.”
Babamın mutlu olduğu her halinden belliydi. Sonuçta yerdeki iki santim kalınlığındaki kar, benim gittiğim lisenin ve babamın çalıştığı ortaokulun da tatil edildiği anlamına geliyordu fakat bu babam için de umulmadık bir sürpriz olmuştu. Bir yolculuk acentesinde çalışan annem ise radyoyu kapatıp ikinci fincan kahvesini doldurdu. “Madem bugün hepiniz okulu asıyorsunuz, ben de işe gitmem. Hiç doğru bir fikir yok.” Iş yerini arayıp gelmeyeceğini haber verdi ve konuşması bittiğinde bize dönüp, Kahvaltı hazırlayayım mı?” diye sordu.
Babamla benzer anda kahkaha attık. Annemin kahvaltı anlayışı genellikle mısır gevreği ya da tost ve kahveden olu­şurdu. Ailenin aşçısı babamdı. Annem bizim gülüşümüzü duymamış gibi yaparak rafta duran hazırlanmış karışım paketine uzandı. “Lütfen. Bunu yerine getirmek ne değin şiddet olabilir fakat? Kim pancake istiyor?”
“Ben! Ben!” diye bağırdı Teddy. “îçine çikolata parça­cıkları da koyabilir miyiz?”
“Niçin olmasın,” diye yanıt verdi annem.
“Oley” diye çığlık attı Teddy, kollarını havada sallayarak. “Sabahleyin sabahleyin ne değin enerjiksin,” diye takılıp anneme döndüm. “Ola Ki de Teddy’nin bu değin fazla kahve içmesine müsade vermemelisin.”
“Ona kafeinsiz kahve vermeye başladım,” dedi annem. “Zaten allah vergisi hareketli.”
“Bana da kafeinsiz kahve içirme de.”
“Bu, çocuk istismarı olurdu,” dedi babam.
Annem bana üzerinden dumanlar meydana çıkan bir kupa kahve ile gazete uzattı.
“Burada senin genç adamın güzel bir resmi var.” “Fiilen mi? Devlete Ait mi var?”
“Evet. Yazdan beri içten sürükleyici göremedik,” dedi annem, kaşlarını kaldırmış göz ucuyla imalı bir şekilde bana bakıyor, yüz ifâdemden ruhumu okumaya çalışıyordu.
“Biliyorum,” dedim ve farkında olan olmadan derin bir iç çektim. Adam’ın Shooting Star adında bir müzik grubu vardı ve son dönemde çok popüler olmuşlardı.
“Ah, şöhret, gençliği nafile harcamaktır,” dedi babam gülümseyerek Onun da Adam için heyecanlandığını, hatta onunla gurur duyduğunu biliyordum.
Gazetenin sayfalarım çabuk çevirip magazin kısmına geldim, Shooting Star’la ilgili minik bir fotoğraf ve kısacık bir haber vardı. Resimde grubun dört üyesi bir aradaydı lakin onun derhal yanına meşhur grup Bikini hakkında uzun bir haberle birlikte grubun solisti punk-rock divasi Brooke Vega’nın büyükçe ebatta bir devlete ait de yer alıyordu. Haberde yerel grup Shooting Star’ın, Bikini’nin ulusal turnesinin Portland ayağında ön grup olarak sahneye çıkacağı yazıyordu, önceki gece Shooting Star’ın Seatde’da bir kulüpte çıktığından ve bilederin değil sattığındansa bahsetmiyordu.
“Bu akşam dışarı çıkacak mısın?” diye sordu babam, “böylece planlamıştım. Natürel eğer kar yüzünden kasabadaki her yer kapanmazsa.”
“Oldukça şiddetli bir kar fırtınası yaklaşıyor,” dedi babam, yere düşen tek kar tanesini göstererek.
“bununla beraber Profesör Christie’nin üniversiteden ayarladığı bir piyanistle buluşup prova yapacaktım. Profesör Chrisrie üniversiteden emekli olmuş bir müzik öğretmeniydi ve sürekli benimle çalacak bir kurban arayışı içindeydi. “Sürekli pratik yapmalısın ama Juilliard’lı züppelere bu iş nasıl yapılırmış gösterebilesin,” derdi bana.
Henüz Juilliard’a kabul edilmemiştim ama sınavım iyi geçmişti. Bach süiti ve Shostakovich’i daha önce hiç çalma­dığım dek güzel çalmıştım, parmaklarım teller üzerinde uçarcasına gidip gelmişti. Çalmayı bitirdiğimde, soluk soluğa kamıştım ve bacaklarım titriyordu. Bir jüri üyesi hafifçe alkışlamıştı ancak bunun fazla sık olmadığım düşünmüştüm. Benzer jüri, ben sahneden inerken, uzun zamandan beri okulda bu dek yetenekli “Oregon’Iu bir kasaba kızını” görmediklerini söylemişti. Profesör Christie belirli kabul edildiğimi söylüyordu. Bunun dürüst olduğundan belirli değildim. Doğru olmasını istediğimden de bütünüyle belirlenmiş değildim. Tıpatıp Shooting Star’ın önlenemez yükselişi gibi, Juilliard’a kabul edilişim de -natürel eğer olursa- kesin zorlukları beraberinde getirecekti ya da daha açık konuşmak gerekirse son aylarda zaten var olan sorunları artıracaktı.
“Ben birazcık daha kahve alacağım, isteyen var mı?” diye sordu annem eski model filtreli makineyi bana doğru uzatarak.
Hepimizin tercihi olan zengin aromalı, siyah, yağlı Fransız kahvesinin kokusunu içime çektim. Sadece kokusu bile beni canlandırmaya yetiyordu. “Ben yatağa dönmeyi düşünüyorum,” dedim. “Çellom okulda kaldı, pratik de yapamayacağım.”
“Yirmi dört saat baştan başa pratik yapmayacak mısın? Lütfen kalbim sakin ol,” dedi annem. Yıllar geçtikçe kla­sik müzikten az da olsa lezzet almaya başlamıştı -bu ‘fena kokulu peynire alışmak gibiydi’- benim uzun provalarımı pek istekli bir şekilde dinlemezdi.
O sırada yukarıdan bir gümbürtü duyduk. Teddy es­kiden babama dit olan bateriyi çalıyordu. Babamın, plakçı dükkânında çalışıp sadece kendi kasabasında tanınan ve diğer hiçbir yerde adı bilinmez bir grupta çaldığı za­mandan kalmaydı.
Babam, Teddy'nin yaptığı gürültüyü hoş görerek şen bir şekilde gülümseyince, içimde aşina olduğum o sanayi hissettim. Bunun aptalca olduğunu biliyordum fakat rock müziği seçim etmediğim için hayal kırıklığı yaşayıp yaşamadığını merak ediyordum. Denemiştim lakin sonra üçüncü sınıftayken müzik dersinde çelloyu seçmiştim; nedense kendime yakın bulmuştum. Benzeri çaldığımda bana sırlarını verecekmiş gibi gelmişti, o yüzden büyük bir istekle çalmaya başlamıştım. Yaklaşık Olarak on sene oldu ve hiç vazgeçmedim.
“Bu gürültüde nasıl uyuyacaksın!” diye bağırdı annem, Teddy'nin gürültüsünü bastırmaya çalışarak.
“Karlar erimeye başladı bile,” dedi babam ve piposunu tüttürdü. Arkadaki kapıdan dışarı baktım. Güneş bulutların arasından yüzünü göstermişti, karların eridiğini görebili­yordum. Kapıyı kapatıp masaya geri döndüm.
“Kasaba durumu birazcık abarttı,’’ dedim.
“Ola Ki de. Fakat mektep tatilini iptal edemezler. Laf ağızdan çıku bir kere ve şimdiden meslek yerimi arayıp bir jurnal müsade istedim,” dedi annem.
“Bu umulmadık fırsatı değerlendirip bir yerlere gide­biliriz,” dedi babam. “Arabaya adayıp Henry ve Willow’u ziyaret edebiliriz.” Henry ve Willow, annem ile babamın eski arkadaşlarıydı; çocukları olunca artık birer erişkin gibi davranmaya karar vermişlerdi. Büyük bir çiftlik evinde yaşıyorlardı. Henry ahırdan bozma ofisinde kendi işiyle uğraşıyor, Willow da yakındaki bir hastanede çalışıyordu. Bir kızları vardı. Zaten annem ve babamın onlara gitmek istemelerinin ana sebebi bebeği görmekti. Teddy sekiz yaşına basmıştı, bense on yediydim; bu da artık bizim süt kokmadığımız ve bebeksi kokumuzla ebeveynlerimizi mest etme yaşını şimdiden geride bıraktığımız anlamına geliyordu.
“Dönüşte de Book Barn’a uğrarız,” dedi annem, beni baştan çıkarmak istercesine. Book Barn, koskocoman ve ikinci el kitapların bulunduğu bir kitabevi dükkânıydı. Bilhassa arka kısmında, yirmi beş sent gibi bir fiyata, muhtemelen sadece benim aldığım herzamanki müzik plakları satılıyordu.
Onları yatağımın alanda saklıyordum. Herzamanki müzik plaldan toplamak, genel olarak övgüyle söz edilip herkese duyurulacak garip bir koleksiyon değildi.
Onları Adam’a gösterdiğimde çıkmaya başlayalı beş ay olmuştu. Kahkahayla güleceğini sanmıştım. Bol pantolon, siyah Convrne, punk-rock tara eskimiş tişört giyen ve acayip dövmeleri olan havalı biriydi. Elbette benim gibi biriyle birlikte olacak bir eıkek değildi. başlangıçta iki yıl önce okulun müzik stüdyosunda beni izlediğini gördüğümde benimle dalga geçtiğini düşünüp ondan kaçmıştım. Ama halime gülmemişti. sonra öğrendim ama onun da yatağının alanda punk-rock tarzı bir yığın plaklığı varmış.
“Ola Ki sonradan da erken bir akşam yemeği için büyükanne ile büyükbabaya uğrarız,” dedi babam, ardındaki telefona uzandı ve numarayı çevirirken, “Pordland’a gitmek için yeterince zamanın olacak,” diye ekledi.
“Ben varım,” dedim. Bunu, Book Barn beni cezbettiği için ya da Adam’ın turda olması ve en yakın arkadaşım Kim in de yıllıkları hazırlamakla meşgul olması yüzünden söylememiştim. Çellom okulda kaldığından, evde kalıp televizyon izlemeyi ya da uyumayı da seçim edebilirdim. Fakat ailemle elde etmek istiyordum. Kendinizden bahsederken insanlara bunu da söylemezdiniz ama Adam bu konuda da beni anlıyordu. “Teddy,” diye seslendi babam. Hadi giyin. Macera dolu bir gün bizi bekliyor.
Bunun üstüne Teddy solosunu çembaloyla bitirip bir dakika sonra giyinmiş halde mutfağın kapısında belirdi. Güya merdivenlerden inerken giyinmişti. “Yazın okullar tatil olur…” diye şarkı söylüyordu.
“Alice Cooper mı?” diye sordu babam. “Bizim bir takım standartlarımız var. Hiç değilse Ramones söyle?”
“Okullar sonsuza dek tatil…” Teddy babamın itiraz­larına karşın şarkıyı söylemeye devam etti.
“her zaman iyimser,” dedim.
Annem bir kahkaha atıp hafif yanmış pancake’leri masaya koydu. “Hadi, yiyin bakalım.”

08:17
Teddy doğduğunda büyükannemin bize verdiği eski, Buick marka arabamıza bindik. Annemle babam benim kullan­mamı önerdiler ama istemedim. Babam direksiyona geçti. Bundan Böyle araba kullanmayı seviyordu. Oysaki yıllardan beri sürücü ehliyeti almamakta direnmiş, her yere bisikletiyle gidebileceğinde ısrar etmişti. Grupta, çaldığı yıllarda, konsere bile bisikletiyle gidiyordu. Arkadaşları ona gözlerini deviriyorlardı. Annemse daha fazlasını yapmıştı. Babamın kafasını ütülemiş, tatlı…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder