18 Eylül 2016 Pazar

Aynı Yıldızın Aşağı


Hayatın Anlamını Bulmanın, Âşık Olmanın ve Alınan Her Nefesin Farkına Varmanın Öyküsü

On altı yaşındaki kanser hastası Hazel Grace'in birkaç sene daha yaşamasını garanti eden tıp mucizesine karşın hastalığı ölümcüldür ve konulan teşhisle birlikte yıldızlar, öyküsünün son bölümünü şimdiden kaleme almıştır.

Ama Augustus Waters isimli yakışıklı bir sürpriz şahsiyet, Kanserli Çocuklar İçin Yardım Grubu'nda doruk gösterince Hazel'ın hayatı öbür bir yöne sapar ve bu zeki çocuğun çekimine karşısında koyamayan kızın öyküsü tekrar yazılır...

Time dergisi, 2012'nin En İyi Romanı
Goodreads, 2012'nin En İyi Genç Yetişkin Kitap Ödülü
New York Times'ın En Çok Satanlar Listesinde 1. Sıra
Wall Street Journal'ın En Fazla Satanlar Listesinde 1. Sıra
Amazon'un En Fazla Satanlar Listesinde 1. Sıra
Indiebound'un En Çok Satanlar Listesinde 1. Sıra

"Hayata, ölüme ve araya sıkışanlara dair bir roman olan Aynı Yıldızın Aşağı John Green'in en iyi kitabı. Kahkaha atıyor, ağlıyor, hızınızı alamayıp her yerde okuyorsunuz."
-Markus Zusak, Printz ödüllü bestseller yazarı-

"Aynı Yıldızın Altında evrensel konuları ele alıyor: Sevilecek miyim? Hatırlanacak mıyım? Bu dünyada bir iz bırakabilecek miyim?"
-Jodi Picoult, New York Times bestseller yazarı-

"Dâhiyane... Fazla güzel... Kuvvetli ve saf duygularla korkusuzca yüzleşebiliyor."
-Time-

"Green, okurların aklından uzun zaman çıkmayacak, göz kamaştıran iki gencin öyküsünü iyi bir gözlem yeteneği ve empatiyle anlatarak, rafta duracak bir kitaptan ötesini yazmayı başarmış."
-People-

"Bu romanı cazibeli kılan şey dakikada bir heyecanlı bir patlama yaşanması yok, 'sayılı günler içinde sonsuzca' yaşamaya çalışan karakterlerin gerçekliği."
-The Washington Post-

"Buruk bir komedi, akılları her tarafta alacak bir romantizm ve insana hayat ile ölüme dair sorulan büyük soruları neşeyle ve uzun uzun düşündüren bir kitap."
-Horn Book-

"Aynı Yıldızın Aşağı bir aşk hikâyesi. Son dönem edebiyatın en doğru ve hazin romanlarından biri fakat aynı zamanda korkunç bir zekâ, cesaret ve hüznün varoluşsal trajedisini de anlatıyor."
-Lev Grossman, Time-

KİTABIN BIRINCIL BÖLÜMÜNDEN:

On yedinci yılımın kış aylarının sonunda annem depresyonda olduğuma karar verdi; olasılıkla evden arada bir çıktığım, yatakta epeyce artı zaman harcadığım, benzer kitabı defalarca okuduğum, seyrek olarak yemek yediğim ve son derece bol olan manâsız vaktimin büyükçe kısmını ölümü düşünerek geçirdiğim için.

Ne süre kansere dair bir broşür veya bir internet sayfasına filan göz atsanız, kanserin tabi etkilerinden biri olarak depresyonu da listeliyorlar. Fakat aslına bakarsanız buhran, kanserin bağlı etkisi yok. buhran ölmenin emrindeki etkisi. (Kanser de ölmenin ast etkisi fiilen. Hatta gerçekte az kalsın her şey öyle.) Ama annem tedaviye ihtiyacım olduğuna inandığı için beni Ahenkli Doktorum Jim'e götürdü ancak o da insanı paralize eden ve dehşet bir klinik buhran içinde yüzdüğüme, ilaçlarımın ayarlanmasının ve haftalık bir Destek Grubu'na katılmamın gerektiğine karar verdi.

Bu Yardım Grubu, bitki örtüsü kaynaklı sıkıntıların öbür evrelerindeki, kesintisiz değişen bir dizi karakteri bünyesinde barındırıyordu. Karakterler niçin aralıksız değişiyordu? Ölmemin ast etkisi.

Yardım grubu tabii fakat dehşet derecede kasvetliydi. Her çarşamba haç şeklindeki taş bir kilisenin bodrum katında buluşuyorlardı. Haçın bütün ortasında, iki kalasın birleştiği, İsa'nın kalbine tekabül eden yerde bir daire oluşturarak oturuyorduk.

Bunu ayrım etmiştim çünkü Destek Grubu Lideri ve odadaki on sekiz yaşın üstündeki tek insan olan Patrick, her lanet toplantıda İsa'nın kalbinden konu açıyor, genç kanser felaketzedeleri olarak nasıl İsa'nın o kutsal kalbinin bütün ortasında oturduğumuzdan filan bahsediyordu.

Tanrı'nın kalbinde olaylar şöyle işliyordu: Altımız, yedimiz veya onumuz yürüye yürüye ya da tekerleklerle içeriye giriyor, bayat kurabiyeler ile limonatalardan otlanıyor, dairedeki yerimizi alıyor ve Patrick'in insanı kasvete sürükleyen, cefa dolu hayat hikayesini bininci kez dinliyorduk: Testislerinde nasıl kanser varmış da, nasıl öleceğini düşünmüşlermiş de, lakin ölmemiş de işte acilen buradaymış da... Amerika'nın yüz otuz yedinci en hoş şehrindeki kiliselerden birinin bodrum katında, boşanmış bir yetişkin; video oyunlarına bağımlı, o kadar arkadaşı olmayan, kansertastik geçmişini sömürerek vasat bir yaşam idame ettiren ve kariyer hedeflerini hiçbir şekilde geliştirmeyecek bir yüksek lisans derecesi için çabalayan ve hepimiz gibi, Demokles'in kılıcının, kanserin onca yıl önce testislerinin ikisini de alıp ancak son derece eli bol bir ruhun hayat olaraak adlandırabileceği kısmını bağışladığı sırada kaçan huzuru ona vermesini bekleyen bir adam.

SİZ DE BÖYLE ŞANSLI OLABİLİRSİNİZ!

Sonradan kendimizi tanıtıyorduk: Isim. Yaş. Teşhis. Ve o gün nasıl olduğumuz. Ben Hazel, diyordum sıra bana geldiğinde. On altı yaşındayım. Sahiden tiroit kanseriyim lakin ciğerlerimde, oraya uzun süredir belirlenmiş, hayranlık uyandırıcı bir uzaktan doku metastazı var ve iyiyim.

Dairedeki cümbür cemaat konuşunca Patrick her zaman birilerinin bir şeyler paylaşmak isteyip istemediğini soruyordu. Sonradan da duygu patlaması başlıyordu. Cümbür Cemaat savaşmaktan, dövüşmekten, kazanmaktan, küçülmekten ve taranmaktan bahsediyordu. Doğrusu Patrick'e hakkını vermem gerekir çünkü ölümden bahsetmemize de müsade veriyordu lakin oradakilerin birçok zaten ölmüyordu. Çoğu, Patrick gibi erişkin olabilecekti.

(Bu da bu konuda çok artı rekabet olduğu anlamına geliyordu çünkü cümbür cemaat sadece kanseri yok, bununla beraber odadaki öteki insanları da yenmek istiyordu. Yani bunun aslında mantıksız olduğunun farkındayım ama örneğin beş sene yaşamak için yüzde yirmi şansınız olduğunu söylediklerinde matematik işin içine giriyor ve bu sayının beş kişiden birine tekabül ettiğini görüyorsunuz... Bunun üzerine, herhangi bir sağlıklı insanın yapacağı gibi etrafa bakıp, bu piçlerin dördünden daha uzun zaman yaşamam lüzum, diye düşünüyordunuz.)

Takviye Grubu'nun tek iyi yönü ince uzun suratlı, sarı saçlarını tek gözünün üstüne tarayan ve zayıf bir çocuk olan Isaac'ti.

Ve problem gözlerindeydi. Olağanüstü derecede imkansız bir göz kanserine yakalanmıştı. Ufakken tek gözü alındığı için gözlerini ( ayrıca gerçeğini hem de sırça olanı ) doğal olamayacak kadar büyük, kafasını sadece size bakan sahte gözü ile gerçek gözünden oluşuyormuş gibi gösteren, şişe dibine aynı bir gözlük takıyordu. Isaac'ın grupla bir şeyler paylaştığı nadir zamanlardan anlayabildiğim kadarıyla kanserin yinelemesi, diğer gözünü ölümcül bir tehlike içine sokmuştu.

Isaac'la az kalsın sadece iç geçirerek irtibat kuruyorduk. birileri ne zaman kansere aleyhinde diyetlerden, köpek balığı yüzgeçlerini filan burnuna çekmekten bahsetse bana bakıyor ve hafifçe iç geçiriyordu. ben de karşılık olarak mikroskobik bir hareketle başımı sallayıp nefes veriyordum.


Yani Yardım Grubu fenaydı ve birkaç hafta sonunda bütün bu olay beni delirtecek kıvama gelmişti. Hatta Augustus Waters’la tanıştığım çarşamba günü, on iki saatlik eski sezon America’s Next Top Model maratonunun üçüncü ayağında, annemle ka­nepede otururken Takviye Grubundan kurtulabilmek için en iyi performansımı gösterdim.

Ben: “Destek Grubu’na katılmayı reddediyorum.”

Annem: “Depresyon semptomlarından biri de aktivitelere duyulan umursamazlık.”

Ben: “Bırakırsan America’s Next Top Model izleyip dura­bilirim. O da bir aktivite.”

Annem: “Televizyon edilgin bir şey.”

Ben: “Of, anne, lütfen.”

Annem: “Hazel, sen bir genç kızsın. Bundan Böyle ufak çocuk değilsin. Dost edinmen, birazcık evden çıkman ve hayatını yaşaman gerekli.”

Ben: “Eğer genç kız olmamı istiyorsan beni Destek Grubuna yollamazsın. Bana sahte bir kimlik alırsın oysa gece kulüplerine gidip votka içip esrar koklayabileyim.”

Annem: “Esrar koklanmaz bir kere.”

Ben: “Gördün mü bak, bana sahte kimlik alsan böyle şeyleri bilirdim.”

Annem: “O Destek Grubu’na gideceksin.”

Ben: “OOOOOOFFFFFFFF.”

Annem: “Hazel, hayatını yaşamayı adalet ediyorsun.” Bunun üstüne çenemi kapadım fakat Destek Grubu’na katılmanın hayat tanımlamasına nasıl sığdığını anlamayı başaramıyordum. gerçi gitmeyi kabul ettim… ANTM’nin ka­çıracağım 1.5 bölümünü kaydolma hakkımı bahis ettikten sonradan.

Yardım Grubuna, sadece on sekiz aylık lisansüstü eğitimi olan hemşirelerin, beni egzotik isimli kimyasallarla zehirlemesine müsade verme sebebimle benzer sebepten gittim: Annem ile babamı sevindirmek istiyordum. Bu dünyada on altı yaşındayken kan­serin oltasına gelmekten boktan olan tek şey, kanserin oltasına gelen bir çocuğa sahip olmaktı.

Annem arabayı saat 16:56’da kilisenin arkasındaki yola çekti. oyalanmak için oksijen tüpümü kurcaladım.

“Benim taşımamı ister misin?”

“Hayır, lüzum değil,” dedim. Yeşil renkli silindir tüp birkaç kiloydu ve yanımda çekiştirebilmeme yarayan küçük bir çelik çekçek vardı.

Çenemin anında altında ikiye ayrılan, kulakla­rımın ardından dolanan ve burnumda her tarafta bir araya gelen bir kanülle dakikada iki litre oksijen almamı sağlıyordu. Bu mekanizma gerekliydi çünkü ciğerlerim ciğer olma konusunda berbattı.

“Seni seviyorum,” dedi annem ben inerken.

“Ben de anne. Altıda görüşürüz.”

“Dost edin!” dedi yürüdüğüm arada indirdiği pencereden.

Asansöre binmek istemedim çünkü asansöre binmek Des­tek Grubunda Son Günler tandanslı bir aktiviteydi, bu yüzden merdivenleri kullandım. Bir kurabiye alıp kâğıt bardağa limonata koyduktan sonradan arkamı döndüm.

Bir erkek çocuk bana bakıyordu.

Onu daha önce görmediğime hayli emindim. uzun boylu, hafif kaslıydı; oturduğu plastik ilkokul sandalyesi altında mi­nicik kalmıştı. Düz ve kısa, kahverengi saçları vardı. Benimle akran görünüyordu, şayet bir yaş büyüktü ve sandalyenin kena­rına ilişmiş, tek elini siyah kot pantolonunun cebine yarısına dek sokmuş bir halde, yıkım derecede kötü bir pozisyonda oturuyordu.

Başımı çevirdim, aniden baki sayıdaki eksikliğimin bilincine varmıştım âdeta. Çok eski bir kot pantolon giyiyor­dum, kendisi bir zamanlar kuytu olmasına rağmen bundan böyle alışılmadık olağandışı yerleri sarkıyordu ve artık sevmediğim bir müzik gru­bunun reklamını yapan sarı bir tişörtüm vardı. dahası saçım: Tas gibi bir saç kesimim vardı ve saçımı taramaya filan bile üşenmiştim. Hem saçma derecede şişmiş yanaklarım vardı… tedavinin tabi etkisi. Ceset hatları orantılı ama balon kafalı bir insana benziyordum. Tombul ayak bileklerimden bahsetmeme gerek bile değil. Ama yine de… ona yan bağlı baktım, gözleri hâlâ üzerimdeydi.

Buna niçin göz teması dediklerini o anda anladım.

Daireye girip o çocuğun iki sandalye ötesinde oturan Isaac’in yanında geçtim. Tekrar baktım. Hâlâ beni izliyordu.

Bakın, bir şey söylemem lazım. Çocuk kötü yakışıklıydı. Yakışıklı olmayan bir çocuk durmaksızın size bakarsa bu en iyi ihtimalle acayip ve en kötü ihtimalle de taciz gibi karşılanır. Fakat yakışıklı bir çocuk…

Telefonumu çıkarıp saati göstersin diye bir tuşa bastım; 16:59. Daire on iki ila on sekiz yaş grubundaki talihsizlerle dolunca Patrick sükûnet duasıyla toplantıyı başlattı: Tanrım, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmem için sükûnet, değiştirebi­leceklerimi değiştirebilmem için yiğitlik ve aradaki farkı bilmem için hafıza ver. Çocuk hâlâ bana bakıyordu. Yüzüm kızaracaktı.

Sonunda en yerinde stratejinin bakışlarına karşılık vermek olduğuna karar verdim. Ne de olsa Gözünü Dikip Bakma işi erkeklerin tekelinde değildi. Patrick bininci kere testissizliğinden filan bahsederken ben de çocuğa baktım ve kısa zaman içinde durum bakışma yarışına döndü. Bir vakit sonra gülümsedi ve sonunda mavi gözlerini diğer yöne çevirdi. Her Tarafta bana baktığında kaş­larımı bir iki defa kazandım dercesine kaldırdım.

Omzunu silkti. Patrick devam ediyordu, sonunda kendini tanıtma faslına gelmiştik. “Isaac, bugün sen başlatmak ister mi­sin? Zorlama zamanlar geçirdiğini biliyorum.”

“Tabii,” dedi Isaac. “Ben Isaac. On yedi yaşındayım. Birkaç hafta sonradan ameliyat olmam gerekiyor gibi görünüyor, sonra kör olacağım. Hani şikâyet filan ettiğimden yok de, yani kör almak basmakalıp kötü. Gerçi kız arkadaşım tezgâhtar oluyor. bundan başka Augustus gibi arkadaşlar.” Artık bir ismi olan oğlana doğru başını eğdi, “öyle işte,” diye devam etti Isaac. Iç içe geçirdiği ellerine bakıyordu. “Yapacak bir şey değil.”
“Senin için buradayız, Isaac,” dedi Patrick. “Hadi, Isaac sesinizi duysun.” Bunun üstüne monoton bir sesle, “Senin için buradayız, Isaac,” dedik.

Sırada Michael vardı. On iki yaşındaydı. Lösemiydi. Her Zaman lösemi hastası olmuştu. O da iyiydi. (veya o kadar olduğunu söy­lüyordu. Asansöre binmişti.)

Lida on altı yaşındaydı, yakışıklı çocuğun gözüne kestire­bileceği dek hoştu. Toplantılara uyumlu gelenlerdendi, daha önce varlığından farkında olan zeka olmadığım apandis kanse­rinde uzun süreli remisyon dönemindeydi. Destek Grubuna katıldığım her seferde olduğu gibi, kuvvetli hissettiğini söyledi ama oksijen püskürten kanülüm burun deliklerimi gıdıklarken bu bana böbürlenmek gibi geliyordu.

Sıra ona gelmeden önce beş birey daha konuştu. Ona vardı­ğında hafifçe gülümsedi. Sesi kısık, hain perdeli ve ölümüne seksiydi. “Adım Augustus Waters,” dedi. “On yedi yaşındayım.

Bir buçuk sene önce birazcık osteosarkoma yakalandım, bugün de buraya Isaac’in isteği üzerine geldim.”
“Peki nasıl hissediyorsun?” diye sordu Patrick.

“Ah, inanılmaz.” Dudağının bir ucunu kaldırarak gülümsedi Augustus Waters. “Sadece yukarı çıkan bir hız trenindeyim, dostum.”
Bir saat şipşak geçti: Bahşedilen savaşlar hikâye edildi, kay­bedilmesi belirli görünen cenklerin arasında muharebeler ka­zanıldı; umuda tutunuldu; aileler takdir edildi, aileler kınandı; arkadaşların bir türlü anlamadığında karar kılındı; gözyaşları döküldü; gönüller ferahlatıldı. Ne Augustus Waters ne de ben, Patrick, “Augustus, grupla korkularını paylaşmak ister misin?” diyene değin konuştuk.
“Korkularımı mı?”
“Evet.”
“Unutulmaktan korkuyorum,” dedi bir lahza bile duraksama­dan. “Hani şu deyimdeki, karanlıktan korkan âmâ adam gibi.” “Bu laf için fena bir zamanlama,” dedi Isaac gülümseyerek. “Düşüncesizlik mi yaptım?” diye sordu Augustus. “Diğer insanların hislerine karşısında âmâ olabiliyorum.”
Isaac gülüyordu ama Patrick terbiye edici parmağını kal­dırıp, “Lütfen Augustus,” dedi. “Sana ve senin mücadelelerine dönelim. Unutulmaktan korkuyorum demiştin.”
“Demiştim,” diye yanıtladı Augustus.
Patrick’in şaşkın gibi görünüyordu. Birileri buna dair bir şey anlatmak ister mi?”

Amerikanın en meşhur ve kabiliyetli yazarlarından biri olan John Green yeni romanı Aynı Yıldızın Aşağı kitabı ile yeniden okurlarını etkisi altına almayı başarıyor.

ilk olarak 2012 yılında meydana çıkan kitap bir anda okurlardan büyük alkış topladı ve bir çok kitap listesinde bir numaraya dek yükseldi. Bir fazla saygın eleştirmenden de bütün anekdot alan kitap sonunda Türk okurları ile de buluşuyor.

Kitap 16 yaşında kansel hastası bir gencin hikayesini anlatıyor. Genç yaşta ölümcül hastalığa yakalanan ve bir tıp mucizesi ile biraz daha uzun yaşama umudu olan gencin ölümcül sonucu ertelemekten öteye gitmez. Ta ki hayatına biri girene kadar. Genç kız hayatına yeni giren kişiye olan bağı farklı mucizeleri de beraberinde getirecektir.

Benzer Yıldızın Altında romantik kitapları sevenlerin mutlaka okuması gereken bir roman. Zamanı azalan bir gencin bu kısa zamana bir ömür sığdırmaya çalışmasını okurken göz yaşlarınıza baskın olmakta zorlanacaksınız.

16 yaşındaki Hazel yeni büyüyen ve nadir hastada menfaat karşılayan bir hap bir uçtan bir uca ömürünü birazcık daha uzatabilmiştir. Destek gruplarına katılarak moral arayan kız bir gün takviye grubunda bir genç olan Augustus ile tanışır ve ona alaka duymaya başlar. Çocuk da ona karşısında aldırışsız değildir ve daha ilk karşılaşmalarında Hazel’i evlerine film izlemeye ziyafet eder.

Birlikte V for Vendetta filmini izlerler ve Hazel de çocuğa çok beğendiği ve defalarca okuduğu kitabı öğüt eder. Kitabı bitirmeden de yeniden görüşmeyeceklerini söyler. Bunun üstüne çocuk da kitabı bir an önce okur ve etkisi aşağıda kalır. Fakat kitapta cevaplanmamış bir çok soru vardır ve Hazel bir türlü yazara ulaşamaz. Çocuk kızı mutlu olabilmek için yazara bir şekilde ulaşır ve yazar da onları yüz yüze görüşmek için yaşadığı Amsterdam’a davet eder. Fakat Hazel’in ailesi böyle bir seyahati karşılayabilecek imkanları yoktur ve Hazel’de tek istek hakkını kullanmıştır.

Hazel’in imdadına tekrar Augustus yetişir ve tek dilek hakkını bunun için kullanır. Birlikte bir kaç günlüğüne de olsa Amsterdam’a giderler ama karşılarında sorunlu bir yazan bulurlar. Yazar Hazel’e dilediği cevapları atamak yerine ona kaba davranır. İkili Amsterdam’da romantik zaman geçirirler fakat istediklerini alamadan geri dönerler. Bu dönüş acı bir gerçeği de ortaya çıkartır. Augustus’un hastalığı nüksetmiştir ve artık pozitif zamanı kalmamıştır.

Hazel sevgilisi bir gün olsun yalnız bırakmaz ve son zamanlarını defalarca birlikte geçirirler. Augustus Amsterdam’a Hazel’in istediği cevapları alamaması nedeni ile kendince kitabın devamını yazmak ister lakin hastalığı buna müsade vermez. Son olarak yazara bir mektup yazan ve ölmeden önce son dileğini yazara iletir. O mektup sahiden Hazel’in istediği cevapları da içinde barındırır.

Benzer Yıldızın Aşağıda 2014 yılında Josh Boone kadar sinemaya uyarlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder